FİKRET YILDIRIM


DÜNYA ZARGANA GÜNÜ

ZARGANA


Meteliğe kurşun ata ata kurşunum da bitti. Bugün de hesaba para gelmezse, Konak´taki saat kulesinin dibine mendil açmaktan başka çarem kalmayacak. Dur dur bir seçeneğim daha var, unutmuşum: Mustafa.

Aylık toplu taşım kartım var. Henüz süresi de dolmuş değil. En iyisi ben belediye otobüsüne atlayıp doğru Mustafa´ya gideyim. Belki onda para vardır!

Halil Rıfat´taki kaldığım evden kararlıca çıkıp, hızla otobüs durağına doğru yürümeye başlıyorum. Henüz üç beş adım atmışken, aniden önümde bir gencin yüzüstü düşüp burnunu taş kaldırıma vurduğunu görüyorum. Ne olduğunu anlayamadan hemen yanına varıyorum.

İlk kez gördüğüm bir olay bu. Ne yapacağımı bilemememin utancıyla karışık telâşa kapılıyorum. Yirmili yaşların başlarında olduğunu sandığım delikanlı, bir yandan bütün bedeniyle titrerken, öte yandan da ağzından beyaz köpükler gelmekte. Gözlerinin bebekleri ise yuvalarını terk etmiş, görünmüyorlar.

Çok geçmeden, birkaç dakika sonra kendine gelen delikanlı, başucuna çömelmiş olan beni görüyor. Gözlerinde ve yüzünde tarifsiz bir acı ve neredeyse, beni korkuttuğuna çok üzülmüş gibi bir şeyler söylemeye çalışıyor:

-Çok özür diliyorum abi. Yetişemedim.

-Nereye yetişemedin kardeşim? Ne oldu sana böyle?

-Eczaneye abicim, eczaneye? İlacım tükenmişti, tam almaya giderken yolda yakalandım? Çok teşekkür ediyorum, yardım ettiğin için.

Yavaşça ayağa kalkıyor ve burnundan akan kanı siliyor mendiliyle. Hızlanarak uzaklaşıyor önümden. Meteliğe kurşun almaya giderken, yaşamımda ilk kez karşılaştığım bu birkaç dakikalık üzücü olayın hiçbir zaman belleğimden çıkmayacağını o an bilemiyorum.

Ne belediye otobüsüne bindiğimi ne de yolda neler gördüğümü anımsıyorum. Birazdan, Mustafa´nın daha önceden bana vermiş olduğu adresteki kapısının önündeyim. Toros Mahallesi´nde küçücük bir gecekondudur önünde durduğum. Sağlam bir fırtınada topyekün havalanacak, derme çatma bir küçücük evcik. Yazın güzel de, ya kışın nasıl oturulur bu barakada?

Usulca tıklatıyorum ahşap kapıyı, sanki içerideki uyuyan birini uyandırmaktan korkar gibi. Çok geçmeden kapıyı açıyor Mustafa, bağlaması ile.

-Vay Ferit, nerede kaldın yahu! Ben de seni bekliyordum.

-Hayrola Mustafa, neden beni bekliyordun?

-Para getirirsin belki diye. Kımıldayacak kadar bile param tükendi. Bugün yarın param gelir ama?

Yeniden oturuyor kalktığı yere Mustafa. Elinde bağlaması, ustasından aldığı türkü notaları üzerinde çalışıyor. Küçücük tek kişilik odasının iki duvarı arasına gerdiği ipe de mandallarla tutturulmuş nota çamaşırlarını görüyorum. Yanlışlıkla ıslattığı için kurusun diye asmış Mustafa, canı gibi sevdiği türkü notalarını. Çünkü cebindeki son parasını dahi, götürüp bağlama kursu aldığı hocasına verir, notasını alıp evine gelir, boyuna üzerinde çalışırdı.

12 Eylül Darbesi´nden birkaç yıl sonrasındayızdır. Üniversite öğrencisiyiz. Ben iktisat bölümündeyim, Mustafa da kamu yönetiminde. Kanlı ve darağaçlı faşizmin kendi yaratıp sonra da kendi bertaraf etmek için ülkeye dayattığı din terbiyeli ve yalnızca geri vitese takılı çağdaş gericilik yolculuğuna çıkılan sürecin ilk yıllarının iki züğürt üniversitelisi.

Cebimizdeki bozuk paraları denkleştirip, doğru Narlıdere´ye varıyoruz belediye otobüsüyle. Yanımızda Mustafa´nın beraberinde getirdiği, iki takım olta var.

O gün, aç ve parasız kalmış iki üniversite öğrencisinin akşama kadar tuttukları zarganaları yerkenki mutlulukları ve mutluluğun resmini yapmaları nedeniyle, dünya züğürtlük tarihine ?Dünya Zargana Günü? olarak kayıtlara geçiyor. 

Fikret Yıldırım

 

Tablo | Söbütay Özer - 2005 İstanbul Sergisi - Balık Tutanlar 1/resimler/2019-4/14/2325237418063.jpg