FİKRET YILDIRIM


AHA BURAY YAZIVERİYOM

.


"Aslını bilmeyenin asaleti olmaz."
Anonim

* * * * *

Aha Buray Yazıveriyom

Yıllar önce.

Keyifli bir ilkbahar ve yemyeşil bir Pazar günü. Alıp başımı, otomobilimle Anadolu Kavağı’na vuruyorum kendimi.

Boğaz’la muhabbet ediyorum; o güne kadar hep güneydeki Marmara’ya bakarak kurduğumdan düşlerimi, kuzeydeki konumu gereği pek alışık olmadığım bir deniz olan Karadeniz’in koyu mavisi ile göğün açık mavisi arasında martılarla uzun uzun hikayeler anlatıyoruz bir birimize.

Bugünkü İstanbul değil o günkü İstanbul. Yollarda daha az otomobil, daha az insan ve daha az çevre kirliliği var.

Mutluluk, zaman algısının olmaması, zamansızlık durumuymuş. Zamanın nasıl akıp geçtiğini anlamaksızın, güneşin ertesi gün yeniden görünmek üzere vedalaşmak üzere olduğunu fark ettiğimde, “yarın iş günü, ufak ufak topuklasam iyi olur” diye biniyorum otomobilime ve basıyorum gaza.

O vakitler, ne cep telefonu var, ne de navigasyon. Bildiğin yolu unutmayacaksın!

Derken, bir süre sonra havanın git gide kararmasına bir de “yahu ben bu yoldan mı gelmiştim” de eklenince, ufak ufak kaybolmuşluk psikozuna girmeye başlıyorum.

Hayatım boyunca yolumu kaybetmişliğim çok oldu ama yönümü asla kaybetmedim. Bu sefer durum farklıydı. Ne gökte ay vardı, ne de etrafta ışık. “Dur bakalım” dedim, “hayır olsun”.

Ben böyle kalp atış ritmim hafif hafif artmaya başlarken, birdenbire karşıma ışıklandırılmış alçak katlı binalar çıkar gibi olduğunu fark edince, birazcık rahatladım ve “tamam işte, yolu soracak birilerine rastladım çok şükür” dedim, kendi kendime. Ben, Boğaz’a paralel olarak Kadıköy yönüne doğru sürüyordum otomobilimi ama buralardaki sessizlik çok tuhaf geliyordu bana.

Usulca yaklaştığım bir kahvehanenin önünde, köylerimizde rastladığımız takkeli bir adamın sakin adımlarla yürümekte olduğunu görünce,yanına yaklaşarak durdum ve otomobilimin camını açtım:

“Selâmünaleyküm bey amca!”

“Aleyküm selâm yiğenim!”

“Kusuruma bakmayın ama ben yolumu kaybettim, Kadıköy’e gidecem de...”

dedim demesine ama bir yandan da gülümsemekten kendimi alamıyorum.

“Olur yiğenim. Bak şimdi, aha bordan de vu yana gitçen, urdan da sağa döncen, undan sona garşına bi dörtyol azı gelcek, urda tabelala va zati. Sona basıp gidesin!”

“!!!”

“Kusuruma bakma bey amca, sen nerelisin, buralara ne zaman geldin?”

“Ben buralıyım yiğenim, hiç biyerden gemedim. Burda doğdum, hep burda yaşadım. Atalarım da burda doğdula.”

“Allah Allah, nasıl olur?” İyi güzel de, ben bu ağzı biliyorum; bu benim doğduğum yerdeki “Manavlar”ın konuşmasının ta kendisi! Nasıl olur bu, Beykoz ilçe sınırlarının içerisinde saklı bir köyde karşıma çıkan takkeli bir adamın “Manav” şivesiyle konuşması ne demek oluyor şimdi?

“Biz Manavız yiğenim, biz buralıyız, heç biyerden gemedik buray, biz yerlisiyiz buranın.”

O güne kadar “Manav”ın yerli anlamında kullanılan bir sözcük olduğunu duyar bilirdim de, İstanbul’un neredeyse göbeğinde, Boğaz’ın hemen yanıbaşında, kendilerinin “Manav” olduğunu söyleyen ve “biz hep burdaydık” diyen bir halktan gerçekten hiç haberim yoktu.

Daha sonra öğreniyordum ki, “Manavlar”, ağırlıklı olarak Batı ve Kuzeybatı Anadolu’da yaşayan, göçebeliği yüzyıllar önce bırakmış Hanefi Sünni yerleşik bir Türkmen soyuymuş. Osmanlı kaynaklarında kendileri hakkında “Manavlar Perakendesi” biçiminde “Yörükân Taifesi”ne bağlı bir topluluk olarak yer almaktaymışlar. Kendileri için Yörükler “yörüğün yörümeyenine manav deriz biz” diyesiymişler.

“Manavlar”ın kim olduklarını öğrenmem için İstanbul’da kaybolmam gerekiyormuş. İyiki de yolumu kaybetmişim.

Ben de u zaman, bunu herkeşe deyverem, deyip aha buray yazıvedim!

Fikret Yıldırım

Görsel | cokiyiabi.com/manav-milleti-hakkinda-bilgiler/

/resimler/2019-4/4/2314123484629.jpg