FİKRET YILDIRIM


ARTIK HEP BİRLİKTEYİZ

.


Bir sonbahar akşamıydı.

Büyükada’nın kuzey sahilinde, bir bankta otururken buluvermiştim kendimi. Oraya nasıl ve ne zaman geldiğimi bilmiyordum. Benden başka ne bir insan ne bir martı ne de hareket halinde bir canlı vardı görünürde; zaman durmuştu. Deniz bile ne yosun kokuyor ne dalgalanıyordu.

-İyi akşamlar beyefendi!

Sokak lambasının körce ışığında görebildiğim, saçları kırlaşmış, ellili yaşların ortasında bir adamdı.

-İyi akşamlar,

diyebildim, daldığım zaman okyanusundan çıkarken. Hem şaşırmış hem de tedirgin olmuştum.

-Epeydir izliyorum da, hiç kımıldamadan oturuyorsunuz dalgın dalgın... Özür dilerim; endişelendiğim için rahatsız ettim.

Bir martı geçiverdi o an başımın üzerinden. Sahile vuran dalga zerreciklerini hissettim yüzümde. Hafif serinlemişti hava.

-İlginize teşekkür ediyorum ama itiraf etmek gerekirse ben de bilmiyorum buraya nasıl geldiğimi.

-Dert etmeyin! Birazdan son vapura yetişeceksiniz zaten. Ve bu akşamı da asla unutmayacaksınız.

Yavaşça yanıma yaklaşıp bankın bir ucuna da o oturdu. Şimdi yüzü biraz daha seçilebiliyordu. Bir yerlerden tanıdık geldi yüzü ve sesi ama nerelerden... Biraz daha rahatsız oldum, yabancının yanıma kadar sokulmasından.

-Adalı olmalısınız!

-Değilim. Sizin gibi ben de Pendikliyim.

-Beni tanıyorsunuz o zaman!

-Elbette ama siz beni tanıyamazsınız...

Motorlu bir tekne geçti önümüzden, içimdeki soru dalgalarını dağıtarak. Benim tanımadığım ama beni tanıyan bu adam da kim olaydıki! Üstelik kendisini tanıyamayacağımdan da çok emin.

-Haklısınız galiba. Ben sizi asla anımsayamayacağım.

-Meraklanmayın hiç. Hatta ben size bir müjde bile verebilirim şimdi: Oğlunuz yakında üniversiteye başlayacak.

-Nasıl olur? Benim oğlum henüz birbuçuk yaşında. Daha yeni yüremeye başladı.

Bir an boğazımın kuruduğunu hissettim. Ada’da akıl hastanesi olmadığını biliyordum ama bir sürü hasta da pekala dışarıda dolaşabiliyordu.

-Benim deli olabileceğimi düşünebilirsiniz. Korkmayın! Ben sizin geleceğinizi görebiliyorum.

Ulan ben nereden geldim buraya yahu! Yok yok, bu kesinlikle tatsız bir rüya olmalı. Akşam yemeğini abur cubur yemiş olmalıyım. Ben nasıl uyanacağım şimdi bu cansıkıcı rüyadan!

-Dedim ya, benden korkmayın! Ben sizin...

Birden telefonunun çalması üzerine tek bir söz etmeden hızla uzaklaştı yanımdan. Bir süre bekledim geri gelir diye.

Sonra nasıl olduysa kolumdaki saate baktım; çok geç olmuştu. Hemen yerimden fırladım ve iskeleye koşmaya başladım. Nefes nefese yakaladım son Bostancı vapurunu.

-Aman abicim dikkat et! Akşam akşam başımıza iş çıkarma şimdi,

diye çıkıştı çımacı.

Merdivenlerden hızla yukarı çıkarak hemen içeri girip pencere önündeki bir köşeye oturuverdim. Vapur oldukça tenhaydı. Neyseki çay servisi yapıldı. Bir de simit aldım. Bu esrarengiz adamın kim olabileceğini düşünedururken vapurun motorları yavaşladı.

Bostancı’da iskele bağlanırken hava iyice soğumuştu.

Bu unutamadığım sonbahar akşamının üzerinden tam on altı yıl geçti.

Yine bir akşam, bilgisayarımın başında, ekrandaki sayfaya “Bir sonbahar akşamıydı” diye yazar yazmaz, o aynı adam birden yanıbaşımda beliriverdi.

-N'aber? Beni tanıdın mı,

deyince, ikimiz de kahkahalarla birbirimize sarıldık.

O akşamdan beri de artık hep birlikteyiz, her yerde ve her zaman.

Hey gidi zaman hey!

Fikret Yıldırım

Foto | Ugo Antonio Corintio • Büyükada'da - Temmuz 2010