Kendimiz bilip seçemeyeceğimiz bir zaman ve mekânda bu dünyaya gözlerimizi açıp uyanıyor ve yine çok kısacık bir süre sonra görece öngörülebilen zaman ve mekânda gözlerimizi yumup yeniden uykuya dalıyoruz.
Bu dünya, sanki uyanıp yeniden uyunulan bir yer yatağı; öncesi ve sonrası olmayan. O yer yatağını oraya kimin sermiş olduğunu akıl ve bilim sürekli araştırıyor.
Bu öyle bir uyanıklık ki, acı-tatlı, tatsız-tuzsuz, mutlu-mutsuz, kanlı-kansız, canlı-cansız ya da kâbus dolu karmakarışık aşamalarla dolup sonlanıyor.
Uyanıklık bilincimiz olgunlaştıkça çevremizdeki uyanıp uyuyan nicelerini görerek kendimizin de er ya da geç uyuyacağını görüp korkmaya başlıyoruz. Bu korku, kendimizi anlayıp algılamada bizleri dayanılmaz bir biçimde zorladıkça düşünüyor, düşünüyor, düşünüyoruz; ideolojiler, dinler ve felsefeler geliştiriyoruz. Bu uğurda birbirimizi hatta kendimizi de öldürüyoruz. Hepsi de bu uyanıklık süresince gerçekleşiyor. Ve en sonunda da asla engellenemez bir biçimde uyuyuveriyoruz.
Bu uyanıklık sürecinde kafatasımızın içerisinde bulunan büyük cevizin gelişimi doğrultusunda tanrılar, şeytanlar, iyi ve kötü ruhlar yaratıp tapınıyor ya da lânetliyoruz. Tüm bunlara karşın uyanıklık, kaçınılmaz son olarak son kez uykuyla bitiyor.
Bu uyanıklıktaki en keyifli ve hep birlikte kutlanıp kutsanan ritüellerden biri de binlerce yıl önce hep birlikte bulup geliştirerek bugünlere dek getirdiğimiz “bayramlar”.
Bizlerden önce uykuya dalmış olan sevgili ve sevgisiz dost ve düşmanlarımızı da anarak kâbusları içerecek olsa da umut dolu daha nice bayramları uyanıkken kutlayabilmek dileğiyle.
Fikret Yıldırım
Görsel | gazeteruzgarli.com