Henüz aldığı nakit aylığını kabanının iç çebine koyup sıkı sıkı fermuarlamıştı. Kaybeder ya da çaldırırsa aç kalırdı. Sağda solda başka parası da yoktu. Babasından istese bir haftadan önce gelmezdi. Fakülteyi yeni bitirmiş, askerlik sırasının gelmesini bekliyordu.
Kızılay’daki işyerinden çıkıp kalabalıklara karışınca, ikide birde yokluyordu cebini, para yerinde duruyor mu, diye. Öteki cebinde de Ruhi Su’nun Ezgili Yürek şiir kitabı vardı. Otobüslerde bön bön insanların yüzlerine bakmaktan hiç hoşlanmadığından, yollarda hep kitap okurdu.
Akşam 5’te Yeni Karamürsel’in önünde Hasan ile buluşup oradan da Dikmen’de oturan ve o gece Eskişehir’e gidecek olan aynı üniversiteden kız arkadaşlarının evlerine uğrayacaklardı. Evleri giriş katında ve korunaksız olduğundan, hırsız girmesi durumunda kolayca götürülebilecek, müzik seti, teyp, müzik kasetleri gibi bir öğrenci için en değerli olan eşyaları alıp, bir ay sonra geri vermek üzere, kendi evlerine götüreceklerdi.
Hasan’la buluşup Güven Park'tan dolmuşa binerek bir saat sonra Dikmen’deki eve vardılar. Akşam yemeklerini de bir güzel yedikten sonra sıra emanetlerin bir el çantasına yerleştirilmesine gelmişti. Öğrenci eviydi işte; aradığını değil bulduğunu kullanırdın. Sıkış tepiş bir çantaya doldurdukları elektronik aletleri de alarak hep birlikte Ankara Terminali’ne yollandılar.
Geceyarısı saat 00.30’da vedalaştıkları arkadaşlarını Eskişehir otobüsüne bindirdikten sonra Aydınlıkevler’deki bekâr evlerine doğru yollara düştüler.
Ne bir dolmuş, ne otobüs, ne de taksi geçiyordu önlerinden. Çaresiz yürüyeceklerdi. Yürüyordular. Gökte ilkbaharın Ankara yıldızları ve pırıl pırıl dolunaydı. Ulus’tan geçip yan yollara saptılar. Sohbet ediyorlardı bir yandan da.
12 Eylül’den sonraki ilk öğrenci örgütlenmeleri ve eylemleri de çoktan başlamış, iktidarın siyasî Ankara’sında, YÖK ve uygulamalarının örgütlü muhalifi gençlik de başkentin siyaset hararetini sürekli yükseltiyordu.
Uzaklardan gelen tek tük motor seslerine arada bir de gece bekçilerinin birbirleriyle iletişim sağlamak için öttürdükleri düdük sesleri karışmaya başlamıştı. Gitgide yaklaşan düdük sesleri az sonra, gecenin karanlığındaki iki karaltının yanlarına yaklaştıklarını fark ettiklerinde son bulmuştu.
-İyi akşamlar gençler! N’apıyorsunuz gecenin bu saatinde avare avare buralarda bakalım?
Bekçilerden biriydi. Sokak lâmbasının dibinde görev elbiseleri ve yüzleri daha da belirginleşmişti.
-Eve gidiyoruz memur bey. Dolmuş ve otobüs saatlerini kaçırdık da, eve doğru yürüyoruz, dedi Faik.
-Peki kimliklerinizi bir çıkarın bakalım!
Her ikisi de kimliklerini çıkarıp gösterdiler.
-Nedir o elinizdeki çanta? Açın da bir görelim!
-Elektronik aletler var memur bey. Arkadaşlar memleketlerine gittiler de, biz de evlerine hırsız girip de çalmasın diye kendi evimize götürüyoruz, dedi Hasan.
-Bırakalım da gitsin çocuklar evlerine, dedi bekçilerden biri.
-Olur mu öyle şey hiç canım, dedi diğeri. Ya hırsızlık malıysa bu çantadakiler. Nereden biliyoruz olmadıklarını?
Hah işte, külyutmaz bir memura denk gelmişlerdi. Ne yapacaklardı şimdi, gecenin bu saatinde?
-Buyrun bakalım, karakola gidelim de orada anlatın derdinizi!
Haydaaa! Aldılar mıydı şimdi başlarına belâyı. Hırsız çalmasın diye teslim aldıkları elektronik aletler, şimdi kendilerini hırsız yerine koydurmuştu. Hiç akla gelir miydi bu olasılık? Ulan biz bu kadar saf mıydık?
Hiç fark edemedikleri bir zaman dilimi içerisinde, karakoldaydılar işte.
-Selâmunaleyküm, diyerek içeridekileri selâmladılar beraberce.
-Hayrola, kimdir bu gençler? Nereden buldunuz bunları, diye sormuştu karakoldaki polis memurlarından biri.
Doğrudan başkomiserin huzuruna götürüldüler.
Alaycı bir yüzle, gelen gençleri karşılayan başkomiser, çantayı ellerinden alıp, içindekileri teker teker çıkarmaya başladı. Zülfü Livaneli’nin ve Klasik Batı Müziği’nden Beethoven ve Bach’ın bir kaç kasedi vardı.
Bizimkiler, içine düştükleri vaziyetin boktanlığından, birbirlerinin yüzüne bile bakamıyorlardı.
-Siz onlardan hoşlanmazsınız komserim, dedi Faik, Beethoven’ın 5. Senfonisi’nin yer aldığı kasedi kasetçalara yerleştirmeye çalışan başkomisere.
-Yok yav! Sen bizi ne sanıyorsun, diye tersledi Faik’i başkomiser. Biz her türlü müziği hem sever hem de dinleriz oğlum!
Tek tek kim olduklarını, ne iş yaptıklarını sorduktan sonra başkomiser:
-Sizin kiminiz kimseniz yok mu Ankara’da diye sordu.
-Benim amcam oturuyor İç Aydınlık’ta, kendisi İlköğretim Müfettişi’dir, dedi Hasan.
Yaklaşık bir saat sonra bulup getirdiler müfettiş amcayı.
-Bu çocuk, Hasan, benim yeğenimdir ama ben öteki çocuğu tanımıyorum, deyince Hasan’ın yüzü güldü ama Faik’inki ise sararıverdi.
Başkomiser, bir kalem ve bir de eline geçen kâğıttan küçük bir parçacık kopararak, üzerine 1 adet ototik (yanlış okumadınız ototik, otomatik değil) teyip, şu kadar yabancı kaset, şu kadar da müzik kasedi, yazdıktan sonra, kâğıt parçasını Faik’in eline vererek:
-Ne zamanki bu teyipin faturasını getirirsiniz, o zaman be teyipi alabilirsiniz, diyerek gençleri bir güzel fırçaladı.
Şafak sökmek üzereydi. Uykusuzluktan ve korkudan bitkin düşen gençlerin ağzını bıçak açmıyordu.
-Bakın gençler, karakolun kapısından girerken kapı kocamandır ama çıkarken iğne deliği kadardır. Sakın bir daha buralara yolunuz düşmesin, yoksa çıkamazsınız, diyerek Faik ve Hasan’ı salıverdiler.
Hırsızların çalacağı emanetleri koruyamamış, kendileri hırsız olmuşlardı.
Ağızları kurumuş, boyunları bükük evlerinin yolunu tuttuklarında, birdenbire yine bekçi düdüğü duyduklarında, irkilip karanlıkta birbirlerinin göremedikleri yüzlerine bakmaya çalıştılar. Karşılarında iki bekçi daha duruyordu.
-Şeyyy, biz karakoldan geliyoruz da, eve gidiyorduk,...
-Ülen gençler, habarımız var bizim. Bir daha böyle yannış işler yapmayın sakın, annadınız mı! Hadi basın gidin şimdi evinize!...
Arkalarına bile bakmadan hızlı adımlarla doğru evlerinin yolunu tuttular.
Kapıyı açıp da içeri girdiklerinde hava ağarmak üzereydi. Ayakkabılıktaki lâmbayı yakıp üst başlarını çıkarmaya başladıklarında, evdeki diğer arkadaşları Gürsel, olan bitenden habersiz, gözlerini oğuşturarak:
-Nerede kaldınız yahu siz, diye sorunca, Faik ve Hasan, yorgun ve uykulu gözlerle birbirlerinin yüzüne bakıp, katıla katıla gülmeye başladılar.
Aradan çok değil, onbeş yıl geçtikten sonraysa, memlekette hırsızlığın tanımında radikal değişiklikler olmuş, Antik Isparta’daki gibi hırsızlık, kutsanan bir meslek olmuştu.
Faik ile Hasan ise beceriksiz hırsızlar olarak "mesleğin yüz karaları tarihi”ndeki (!) yerlerini almışlardı.
Fikret Yıldırım
Görsel|www.on5yirmi5.com