FİKRET YILDIRIM


BEN KARPUZA KARPUZ DEMEM

.


Ben, yeşil ve yuvarlak olan nesneyi bir bıçakla kesiyor, içinin kırmızı ve çekirdeklerinin de siyah olduğunu görüp tadına da bakarak ona „karpuz“ adı veriyorum.

Daha sonra tadı hoşuma gidiyorsa „tatlı“, gitmiyorsa „tatsız“, tatmakta çok geç kalmışsam „içi geçmiş“ ya da „bozuk“ diyorum.

Oysa „karpuz“, kendisini „karpuz“ diye adlandırdığımın hiç ama hiç farkında değil. Ne „tatlı“ dediğimi biliyor ne de „tatsız“ dediğimi, ne „olgun“ ne de „bozuk“ dediğimi.

Gördüklerimi, işittiklerimi, düşünüp hissettiklerimi, dokunup yediklerimi ya da içtiklerimi ben adlandırıyorum: Sıcak soğuk, sert yumuşak, güzel çirkin, iyi kötü vb. niteleme ve niceleme sıfatlarını ben bulup adlandırıyorum.

Sonra bir bakıyorum ki, bir başka yerde görüp, kesip de yediğim „karpuz“ ilk kez görüp de tadına baktığım „karpuz“a benziyor ama aynısı değil. Bu kez de bu yeni karpuzun önüne Diyarbakır „karpuz“u gibi yer adı ya da türüne göre bir başka sıfat veriyorum.

Ve böylelikle gitgide ne kadar çok „şey“ ile tanışıp karşılaşıyorsam her birine yeni yeni adlar ve sıfatlar veriyorum: Sürekli olarak her cinsten ve yaştan yeni yeni insanlar tanıyor her birini anlatabilmek için yepyeni sıfatlar buluyorum. „Karpuz“ örneğindeki yabancılaşma, başlangıcı ve sonu olmayan ve asla da kestirilemeyen bir sınırsızlığa doğru evriliyor. 

Sonra „karpuz“a başka başka adlar veren başka başka insanlarla karşılaşıyorum, daha sonra da kendileriyle hiç anlaşamayacağım bir dil konuşup yazdıklarını fark ediyorum: Ben onlara „sen Çinlisin, İngilizsin, Amerikalısın, Arapsın“ diyorum, bir de bakıyorum ki, onlar da bana „突厥, Turk,  تُرْكِيُّون“ diyor. O bana „ben senin bildiğin Amerikalılardan değilim“ diyor, ben de ona „ben de senin bildiğin Türklerden değilim“ diyorum. Bu adlandırma ve sıfatlandırma da bitip tükenmek bilmez bir boşlukta salınıp duruyor.

Bakıyorum bu böyle olmuyor, ben de kendi kendime şunları söylüyorum:

„Ben“, herhangi bir „şey“e ya da „canlı“ya ya da „insan“a  „şöyle“, „böyle“ ya da „sen“ dediğim anda ona yabancılaşmaya başlıyorum. Dilimle, gerçekliği örtüyor ve o anda çarpıtmaya başlıyorum. 

„Ben“, görüp algıladığını „an“latmaya başladığı „an“dan başlayarak onu ya yücelterek ya da alçaltarak ona zarar verme girişiminde bulunuyor.

Özcesi, ne tek bir ağaca bakan ormanı görebiliyor ne de yalnızca ormana bakan tek bir ağacı görebiliyor.

„Ben“, „sen“in „kendi“si olduğunu görebildiği çok ender anlarda ancak „hakikat“in sır perdesini aralayabiliyor: Gördüğünün „sen“ olduğunu kavrayabilmek, „içkin“ ve „aşkın“ bir tılsım oluyor.

Fikret Yıldırım

www.kadincakulup.com