FİKRET YILDIRIM


BİR NLP* DENEMESİ

NLP


Yaklaşık yirmi yıl öncesinden, keyifli bir ilkbahar sabahı.

Öğretmen olmaya karar veren bir dostuma, İstanbul’un Anadolu Yakası’ndaki tam teşekküllü bir hastaneden sağlık raporu almak üzere eşlik ediyorum.

Her ikimiz de, ilkbahar gibi taze ve bakımlıyız. Ben takım elbiseli ve kravatlıyım; sinek kaydı traşımı da kuşanmışım. Dostumsa, kutsal bir mesleğe başlama heyecanıyla, gözlerinde ve yüzünde hemen fark edilen ışıltılarla yola düzülüyoruz.

Binanın kapısından içeri girer girmez bir de ne görelim!

Öğretmen adayı genç mezunlarımız, tek bir harç yatırma veznesinin önünde, yaklaşık yirmi kişiden oluşan karmakarışık bir topluluk halinde, kalın bir kuyruk oluşturmuşlar. Bir yandan da kuru bir gürültü, süresi kestirilemeyen bekleme zorunluluğunu, dayanılmaz bir duruma getiriyor.

Dayanamıyor ve hemen dostumun kulağına eğilip:

-Ben şimdi bir şey yapacağım. Sakın ama sakın, ne tek bir söz et, ne de benim yüzüme bak, tamam mı,

diyorum.

-Aaa, ne yapacaksın Fikret,

diyerek şaşkınlığını gizleyemiyor. Sakin ve sabırlı olmasını yineliyorum:

-Ne oluyor bakayım burada böyle! Çabuk herkes tek sıra olsun!

Ellerimi arkadan bağlamış, yüzümde sert ve son derece ciddi bir ifade, sesim de bir topluluğu hizaya getirircesine komutanvari bir ton ve kararlılıkta.

Yan gözle dostuma bakıp göz kırpıyorum ve hemen gözlerimi kaçırıyorum.

-Ama efendim, ben az önce kuyruktaydım, bir işim vardı hemen döndüm,

diyerek sıradaki yerini kaybetmekten korktuğunu dilegetirmeye çalışıyor, adaylardan biri.

-Ben anlamam, çabuk en arkaya geçin,

diyor, bir güzel fırçalıyorum.

Tek bir kimse tek bir karşılık vermeden, ip gibi sıraya diziliyor ve “sen de kimsin” ya da “siz kimsiniz” deme cesaretini gösteremiyor. Ellerim arkamda bağlı, gövdem dik ve başım hafifçe arkaya kaykık, kimseyle göz teması kurmadan, öylece bekliyorum.

Çok kısa bir süre içerisinde, sessiz sedasız ve oldukça ürkmüş bir biçimde, sıra eriyor ve herkes işini bitirerek birer birer mekanı terk ediyor.

Dostum da parasını yatırıp yanıma yaklaşınca usulca kulağına eğiliyor ve:

-Dayak yemeden çabuk burayı terk edelim,

diyorum ve hızla oradan uzaklaşıyoruz.

Otomobilimize bindikten sonra ikimiz birden pıskırıyor, gülmekten kendimize gelemiyoruz.

-Nasıl yaptın bunu Fikret, gerçekten çok şaşırdım! Hiç korkmadın mı,

diye soruyor dostum.

-Korkmaz mıyım hiç, az daha uzun sürseydi altıma kaçıracaktım,

diyorum.

Şimdiden geriye dönüp baktığımda, Cevat Fehmi Başkut’un "Buzlar Çözülmeden" adlı yapıtından Nejat Saydam’ın sinemaya uyarladığı ve başrolünü "yeni atanan kaymakam beklenen ilçeye, tımarhaneden kaçıp gelmiş bir akıl hastası" rolündeki adaşım Fikret Hakan geliveriyor.

Sonra da, “herkesin değişik ölçülerde kafayı sıyırarak” yaşamak zorunda olduğu günümüz İstanbul’unda, bu rolü ve provasını oynamanın ne kadar olanaksız olduğunu düşünerek kendime sade bir kahve ısmarlıyorum.

Fikret Yıldırım

(*) Neuro-Linguistic-Programming

La Linea (Lui) | Osvaldo Cavandoli (1920–2007)