EROL ERKEN


BÖYLE EMREYLEMİŞ DEVLET

Bir mübadil hikâyesi...


                                                                                                             Asafın mikdarını  bilmez Süleyman olmayan
                                                                                                            Bilmez insan kadrini alemde insan olmayan
                                                                                                                                                                Ziya  Paşa

Amir ağanın hanı yükünü çoktan almıştı.  Kadınlar, çocuklar büyük bir odaya yerleşmiş, erkekleri beklemişlerdi.  Sofada kendilerine yer buldular.  Sırtlarını duvara dayayıp oturuyorlardı.  İbrahim'le Mehmet'in uzun yoldan ayakları ağrımış  , Hafız Osman ikisine de masaj yapmaktaydı. 

          Süleyman dede uzandığı yerden Mustafa'ya işaret etti yanına gelmesi için. 

         -Akşam namazı için camiye gidelim beraberce.  Sen çık, ekmek, peynir, helva al da karnımızı doyuralım.  Hem etrafı öğrenmiş olursun.

          Beyaz yün kuşağından  para kesesini çıkarıp bir miktar uzattı eline Aga Mustafa'nın.

          Kasabada akşam oluyordu... Bir kaç çocuk meydanın kenarındaki çeşmenin bataklığındaki kurbağalara taş atıp gülüyorlardı.  Köşe başında beş numara  gaz lâmbasını  yakmaya uğraşıyordu yaşlı bir adam.  İki, üç yolcu namazı beklemekteydi caminin kıyısındaki taşlara oturup.  Aga Mustafa eliyle gösterip helva ve peynirin parasını bıraktı bakkalın avucuna. Geriye verdiği  paraya baktı ; " Bu dil bilmemek ne kötü şey" diye söylendi . Aldığı şeyleri torbasına doldurup yürüdü Amir ağanın hanına doğru. 

         -Elhamdulillah , deyip elinin tersiyle sildi ağzındaki helva artıklarını  Süleyman dede.  Bu gün de karnımızı doyurduk evlâtlarım.  Şükürler olsun Rabbimize. Allah olmayanlara da versin inşaallah. Haydi kalkıp camiye gidelim akşam namazına.

          Yürüyüp gitmekte olan babasına seslendi arkasından Hafız Osman ;

         -Uba... Namazda izin alıp kamet getirsem, ve de bir aşır okusam bitiminde.  Arkasından imama söyleyip İbrahim'le geceyi camide yatmak için bize yardım eder mi acaba ?.

         -Himmetine kalmış bre Osman. Denemekte fayda vardır.  Yanınıza Mehmet 'i de katsanız pek iyi olur. 

          Mülayim Aga Süleyman dedenin arkasından girdi camiye. Müezzin yerinde oturan    adamın yanına diz çöküp oturdu.  

         -Bunlar muhacir kardeşlerimiz hocam. Şu gösterdiğim de memleket de medrese okumuş Hafız Osman.  Müsaade edersen ezanı o okusun minareye çıkıp, ve de kamet getirsin. 

          Müezzin Mülayim aganın arkasında ellerini önüne kavuşturup duran Hafız Osman'a göz ucuyla baktı. 

         -Deneyelim bakalım bu hafızı , dedi.  Ezanı yarıda kesersek gücenmesin sonra. 

         -Yok, yok dedi. Sesi oralarda pek beğenilirmiş Hafız'ın. Ezanı okur da arkası yok mu diye söyleyeceğin cabası.

          Diz çöktüler, Osman, İbrahim ve de Mehmet  hocanın arkasına.

          Ezanı Hafıza bırakmadı müezzin.  " Ne olur, ne olmaz, minare basamaklarından düşer de başımıza iş alırız zahir " diye söylendi kendi kendine. Kameti ona okuturuz biraz sonra. 

          Allahu Ekber, Allahu Ekber çağrısını duyanlar önce kulak kabarttılar, sonra başlarını çevirip baktılar bu genç sese. Beğendikleri uzun uzun bakmalarından belliydi.

          Namaz kılındı, müezzin işaret etti Hafız Osman'a Haşr suresinin son üç ayetini okuması için. 

          Yeni gelenleri hoş karşıladı cami cemaati.  İsmini sonradan öğrendikleri Belediye Reisi İbrahim Bey, ve eşraftan Nuri Bey şefaatçi oldular yatsıdan sonra  camide yatmalarına.

          İskân memurluğuna gidilecek  ve de İzmit limanından ellerine verilen kâğıtlar teslim edilip sonucu beklenecek, diye anlattı Mülayim Aga Süleyman dedeye.

          İskân memurlarını ara ki bulasın.  Meğer daha önce gidenleri yerleştirmek için köye gitmişler orada bekliyorlarmış yeni gelen muhacirleri.

          Üç kiralık beygiri zor buldular hayli uğraştıktan sonra.  Beygir sahipleri kendileri de gelip hem yol gösterecekler , hem de dönüşte iskan memurlarını getireceklerdi.  Bilmem kaçıncı sefer gidip geliyorlardı seyr-ü  sefer vapurları gibi.

          Eşyalarla çocukları bindirip  Bismillah'la ve de sağ ayakla düştüler Türkmen yoluna.

          Ovayı geçtikten sonra dağa doğru çıkmaya başladılar.  Arada bir kasabaya giden köylülere rastlıyorlardı.  Adamlar kendilerinden  olmadığı belli olan muhacirlere sanki bir başka dünyadan gelmişler gibi uzun uzun bakıyorlar, sonra aralarında bir şeyler konuşup gülüşüyorlardı . 

          Son yokuşu çıktıklarında gördüler köyün ilk evlerini.  Pencereden başlarını uzatıp bakan iki adam  aceleyle koştular yola doğru.  İçlerinden birisi yaşından dolayı Süleyman  dedenin önünde durdu, elini uzattı;

         -Asidoşof, dansı sdrafi , jif Dayco .

         -Selanik'ten, Karacaova'dan gelmekteyiz. Sen kimsin, dilimizi nereden biliyorsun ?.

         -Evet, biliyorum. Epey oldu biz geleli. Prizren'den geldik, Arnavutuz, diliniz bizimkine çok benziyor. İskan memurları karakolun önünde otururlar. Burdan aşağı inip sağa döndünüz mü önünüze çıkacak.

          Ermeni kilisesinin haçı görünüyordu dikkatli bakınca.  Bayırı inip sağa dönünce gördüler çeşmeyi ve de karakolu.  Daha önce gelenler küçük meydanda sıralarını beklemekteydiler. Mülayim Aga aralarından sıyrılıp önlerinde masa olan iki sandalyeye oturmuş memurlara uzattı kâğıtları.

         -Sıranı bekleyesin hemşerim. Alemin en akıllısı sen misin ki ortalığı yarıp öne geçiyorsun . Sıraya... Sıraya...

          İki asker karakolun kapısına oturmuş tüfeklerini temizliyorlardı.  Önlerindeki çavuş elindeki kırbacını çizmelerine vuruyordu ikide bir. 

          İsmi okunanlar memurların önüne geliyor, kaç nüfus oldukları soruluyor, ellerindeki listeye bakıp kalacakları evleri , nüfus başına verilen tarla dönümünü, tarlanın yerini söyleyip yazdıkları kâğıdı muhacirin eline verip gönderiyorlardı.

          Giden Ermenilerden kalan topraklardı dağıtılan.  Önce gelen alacak, sonra gelen dona mı kalacaktı ?.

          Paşa Aga çeşmenin alt başına geçip oturdu.  Kadınlar ve çocuklar karşı evin önünde sırtlarını güneşe verip oturmaktaydılar.  Üç katlı beyaz boyalı eve baktı uzun uzun Paşa Aga .  "Güzel ev " diye söylendi kendi duyacağı kadar. " Güzel ev". Bize de böylesi düşer mi acaba ?...

          Karşı evin kapısı açıldı, tanıdık bir ses ;

         -Hoş geldin bre  Aga Paşo.


          Süvarilerin Salih'i el sallıyordu evin kapısı önünden. Koştu...Uzun zamandır görmediği komşusuna sarıldı.

         -Hoş bulduk, safa bulduk Salih kardeşim. Dağ dağa kavuşmaz da insan insana kavuşurmuş. Demek siz bizden evvel gelip yerleştiniz bu köye.

          -Öyle oldu Aga Paşo. Bize bu evi verdiler. Tarla verdiler, bahçe verdiler. Yaşamaktayız epey zamandır burada. Buranın kışı Karacaova ' nın kışına hiç mi hiç benzemiyor. Biz biraz aldandık ya kulak asma. İnsan oğlu her şeye alışmakta. Kadınlar , çocuklar sefil olmuşlardır. Yol yorgunudurlar.  Alalım onları bizim eve. Dinlenirler, karınlarını doyururlar. 

         -Zahmet olmasın evdekilere.

         -Zahmetin adı mı olur bre Aga Paşo.

          Kadınlar ve çocukları karşıladı Havva kadın ile kızı Zeliha.

          Bir araya geldiler Süleyman dede ve oğulları Salih Süvariyle...

         -Epey oldu biz geleli, gün saymadım ama yıl gibi geliyor.  Agam önce Silivri'ye götürdü bizi, lâkin ısınamadım oralara.  Tekrar baş vurdum. Burayı münasip görmüş Kemal Paşa. Süleyman ağabeyim de Samsun 'a çağırmakta bizi. Bilirsin Mahmut ağabeyim de İstanbul 'da eğleşmektedir. Şaşırdım kaldım. Kendi başıma kalmak istedim biraz da.  Hasan'la buraya geldik. Evi şu karşıda hemen. Davara meraklıdır ya.  Koyunlarla uğraşıyordur zahir .  Görürüz biraz sonra. 

          Paşa aganın ailesine  "Molagoşlar ", Salih'in ailesine  " Bikuvalar " diyorlardı memlekette. Süvari ikinci lâkapları... Soyadı kanunu çıktığında oturmuş hangi soyadı alalım diye fikre daldıklarında  Samsun'da noter olan kardeşleri Süleyman;

         -Memlekette adımız  " Bikuva " olduğundan ona yakın  " Bikmen " olsun diye düşünürüm, demiş, hepsi ittifak etmişken, Hasan Süvari muhalefet etmiş;

          -Bikuva'nın  Türkçesi  " Boğa " imiş.  Aklı erenlerden öğrendim. Bence münasip olan soyadı. " Boğa " olmalı demiş.  Demiş de diğerleri uygun görmeyip soyadlarını  " Bikmen " diye yazdırınca kızıp benim ki de  "Boğa " olsun deyip öyle yazdırmış kütüklere. 

          Süleyman dedenin adını bağırıyordu deminden beri iskan memurlarının yanında tercümanlık yapan  adam. Sohbete daldıklarından duymamışlardı. Süleyman dedeyle Paşa Aga kalkıp yanına  gittiler iskan memurlarının . 

         -Burada on beş nüfus yazmakta evin ahalisi. Ürkütmeden sayılmıyorsunuz  demek ki. 

          Biraz zorlanıyordu memurun dediklerini çevirmek için tercümanlık yapan adam. Memur verdikleri kağıtlara eğilip okumaya başladı . Okumayı uzattıkça uzatıyordu. 

         -Paşa hanginiz , diye sordu tercüman. 

         -Benim.

         -Bak Paşa, elbet sen Osmanlı paşası değil, başı bozuk Paşa'sı olsan gerektir. Bu memurlara bir kaç sarı lira verirsen arpalıktan, köy yanından, sürüm çayı bahçelerinden yazar size. On beş nüfus rahat edersiniz. Bol mahsül verir bu dediğim yerler. Yoksa bire üç veren yerlerden yazarsa aç kalır cümle ahalin. 

          Paşa Aga babasına baktı.  Süleyman dede , " sen bilirsin " der gibi gözlerini yere indirmişti. 

         -Biz yılda iki mahsül alınan yerden buraya göçüp geldik beyim. Neden ?.  Adalet kalkmıştı ortalıktan.  Zulüm vardı, kayırma vardı.  Malımızı ikiye bölüp Rumlar'a vermişti hükümet.  Yıllarca çalışıp kazandığımız her şey gitmişti yarıya.  Biz Anadolu'ya adalet var diye geldik. Elbet Kemal Paşa bizi düşünmüştür diye geldik.  Bir başkasının hakkını bize yazmak hangi kitapta var ola ?.Adalet olmayan tarlada rahmet de olmaz.  Biz hakkımıza razıyız beyim. " BÖYLE  EMREYLEMİŞ  DEVLET " deyip sineye çekmeğe alışığız.  Sen söyle memur beylere hakkımız neyse yazsın defterimize....

          Bu uzun konuşmayı üç cümleyle çevirdi  tercümanlık yapan adam yazıcılara.

          Ve......Süleyman dedenin su altında, arpalıkta, sürümde bir çizgi tarlası yazılmadı tapulara.

          Süleyman dede önde, arkasında ailesi biraz ileride , kendilerine verilen iki eve doğru yürüdüler Mülayim aganın yol göstermesiyle....

          Türkmen köyünde yeni bir hayat başlıyordu....

         ÖMRÜMÜZ   OLURSA

          DEVAM  EDECEK......