EROL ERKEN


CUMA SOHBETLERİ

Erol Erken'in kaleminden...


 

Ne mihrinden safâ kesb et, ne mâhından saadet um,
Sakın aldanma bu dehre iki yüzlü münâfıktır.
Aşkî

Biz şimdi yazının başına bir takım arabî, farisî beyitler koymaktayız ya , okuyanlar " nereden çıktı bu özenti Erol kardeşimiz " diyerek hayrette kalmışlardır belkide.
Âşık Çelebi " Binaenalâ-kezalik Prizren şair menbaı ve Yenice Farisî ocağıdır " dediğinden ve de biz anne ve baba tarafından Yenice'li olmamız sebebinden Farisîye merakımız bundan olsa gerektir.
Şair Hayatî , Molla Gürani'ye ;
-Üstadım, Farisî Cehennem lisanıdır, diyorlar, aslı varmı dır diye sorması üzerine Hocanın ;

-Eğer dedikleri gibiyse yine de bu lisanı öğrenmek lâzımdır. Çünkü şu halimiz ile nereye gideceğimizi bilemeyiz.Kazara Cehenneme düşersek Cehennem ehlinin lisanını bilmemek ikinci bir azap olur, cevabı ne kadar manidârdır.
Şair Mehmet Bey Hilye-i Saadet Mesnevisini beyaza çektiğinde devrin padişahı pek mütehassıs olmuş, adeta, " dile benden ne dilersen " dediğinde ;
-Hilye'nin caizesini ahirette Peygamber Efendimizden dileyeceğini kelâma getirecektir.
Padişahın ısrarı üzerine maddi bir karşılık istemeyip yaşının ilerlemesinden dolayı işine rahatça gelip gitmek için yalnızca şehir içinde olmak kaydıyla ata binme müsaadesi talebinde bulunacak, bu talebi de " teşrifata mûgayir " olmakla kabul edilmeyecektir.
Neden anlattık bu şair Mehmet Beyin hikâyesini ?.Bizim eskileri yazmamızı " yaşı yüze dayandı galiba " diye düşünenlere " şehir içinde ata binme müsaadesi " alma devrinde henüz hayatta olmadığımızı anlatmak içindir. Çok daha eskileri bizden daha iyi bilen kasabamızda pek çok kardeşimiz var da elleri kaleme gitmiyor.
Tahsin kardeşimiz " davulcuların hikâyesini beklemekteyiz " diye yazmış. Davulcuların hizmeti sahurda başladığından biz önce iftarı hikâye etmek isteriz.
Kasabanın tek fırıncısı Fehmi usta bizim kayadaki ev komşumuzdu. Çeşmenin hemen altında, bahçe içinde büyükçe bir evleri vardı. Kendisini bir kaç defa gördüğümü hatırlıyorum. İkindi ezanı sonrası , bizim okul dönüşümüzde fırını kapatıp geceden eline aldığı gemici feneriyle eve dönüşünü bilmekteyim.
Fehmi usta kasabanın yerlisi değildi herhalde. Ya Kafkas göçmeni, ya orta Asya kökenliydi sanıyorum. Hanımı, Saniye teyze yerli ahaliden, " Osmanlı " tabiri tam üstüne oturan bir güzel komşumuzdu.
Bir gün okulun yanındaki duvar dibine oturmuş, ikindi rüzgârı beklerken karşılaştık. Beni yanına oturtup hâl, hatır sordu. Sağ eli toprağı ufalıyordu. Toprağı eline alıyor. Taşlarından ayırıyor. Birazını ağzına atıp, kalanını savuruyordu.
-Aaaaaaa, sen toprak yiyorsun Saniye teyze...
-Evet Erol oğlum. Herkes bir şeyler yer bu dünyada. Kimi meyve yer, kimi çekirdek, kimi yemiş, bazıları da halt yer bakarsan. Bize de toprak yemek düşmüş neylersin...
Kasabanın yerlisi , köyden gelmişi evinin önündeki fırında ekmeğini pişirir' fırın ekmeğine itibar etmezdi. Kasabada tek bir fırın olması da bunun sonucuydu galiba.
Kasabanın kadınlarının sabah kahvesi toplantıları pek meşhurdu. Kocasını, çocuklarını evden gönderen hanımlar toplanır, kahveler pişirilir, fallar bakılır, haftalık dedikodu raporları karşılıklı teati edilirdi. Çok gidilip yeni kapılar bulunamayınca annemin meşhur " komşu yemek yaparken elini hafifçe kesse de geçmiş olsuna gitsek " plânı devreye girerdi.
Bir yaz günü orta mahalleden annemin ahretliği benim sınıf arkadaşı olan oğluyla sabah kahvesine çıka geldi. Ahretlik çok mühim bir makam. Komşuluğu orada da devam ettirme mukavelesi bir manada..Bir kaç yan komşuyla oturdular, kahvelerini içtiler, sohbet ettiler, annem her zamanki haliyle ;
-Aaaaaa, vallahi olmaz ahretliğim. Öğle yemeğini yemeden imkanı yok bırakmam. Allah ne verdiyse yeriz, diyerek bırakmadı misafirleri.
Ortaya eleğin üstüne sini konuldu. Biz ekmeği fırından almaktayız ya dün köy ekmeği getirmiş bir köylümüz. Annem iki ekmeği dilimleyip serdi sininin üzerine. Oturduk, annemin ahretliğinin oğlu bir zaman baktı ekmek dilimlerine. Sonra hızla fırın ekmeği dilimlerini toplayıp önüne desteledi.
-BUNLAR BENİM !.........
Fırın ekmeğinin özlemi bundan daha iyi hangi anekdotla anlatabilinir ?...
Belediyeden aşağıya inerken solda küçük bir fırındı benim hatırladığım. Ramazan'da iftar öncesi evine pideyi sıcak sıcak götürmek isteyen ahali top atılmasına pek az kala fırının önünü doldurur, itiş kakış içinde, kızarak, söylenerek pidelerini alırlardı. Hele yumurta getirip yumurtalı pidenin keyfini sürmek isteyenler en son müşterileriydi fırıncının.
Henüz tek sıra olup kuyruk oluşturma düzeni kasabaya gelmediğinden bu curcuna Ramazan boyunca devam edip giderdi.
Bundan üç , beş yıl önce bir Ramazan günü bizim zabıta Tahsin'i gördüm dükkânın önünde.
-Hayr ola Tahsin kardeşim, izine ayrılıp geldin herhal İstanbul 'dan ?.
-Evet, dedi. Kasabayı özledim. Ramazan'ı yaşamak istedim kasabada. İftar öncesi fırının önünde kuyruğa girip pide almayı özledim.
-Ne kuyruğu Tahsin kardeşim ?. Bunca fırın, bunca bakkal pide satarken bu kuyruk lâfı nereden çıktı ?.
-Öyledir mutlaka, dediğiniz gibi Erol abi dedi. Üç arkadaş bulurum, Fidanların fırınının önüne gideriz, kuyruk oluruz, alırız pidelerimizi. Maksat, eskiyi hatırlamak bizimkisi...
İftarda top atmak Osmanlı geleneği... Topu ateşlemek de davulcunun göreviydi sanıyorum. Tırnak içinde o eski topun serencamını bilen varsa bize de iletsin lütfen.
Çakır Dayı yapardı bu işi iftar akşamları. Çakır Mehmet...Mektep düzünde akşamı bekler, Mihal Gazi camiinin müezzininin "Allahu Ekber " nidasını duyunca ateşi tutardı barutun üstüne. "Mektep düzü " dediğimiz kasabanın tek ilkokulu kayadaki tarihi binanın batı tarafı. Kayada taşlıktan dolayı pek düz yer bulunmadığından bu küçük alana bu isim uygun görülmüştü .
Çakır Dayı kasabanın hem tellâlı, hem davulcusu, nev'i şahsına münhasır bir muhteremdi. Yaz ve kış kilot pantalon giyer, ayağa yakın mahalli üç düğmeli olması gerekirken onunkisi yırtılmış olurdu.
Pantalonların mağazadan değil, terziden dikilip alındığı günlerden birinde Baki ağabeyime de bir pantalon iktiza etmiş de , ölçü alınmaya terziye gidilirken ağabeyim babama hitaben ;
-Benim pantalonum Çakır Dayınınki gibi olmalı, diyerek biçim belirtmiş. Pantalon dikilip geldiğinde giymiş, alttaki düğmeleri iliklemeye çalışan annemin elini itip ağlamaya durmuş ;
-Olmamış, olmamış, demiş ağlamayı kesmeden.
-Neresi olmamış oğlum ?.
Çakır Dayının düğmeleri kopuk, biraz da sağdan, soldan yırtık olması örnek olduğundan beğenilmemiş yeni dikilen pantalon..
İftarın olmazsa olmazlarından tarhana çorbasını içen tütün tiryakileri " hele bir nefes alalım " diyerek tabakadan sarma cıgarasını çıkarır, dumanın bir gramını dahi dışarıya salmadan ciğerlerine çeker, ana yemeği sonraya bırakırlardı.
Bulgur pilavı sahurun baş mimarı...Fakirliğin diz boyu olduğu günlerde acıkmayı durduracak ilaç...Ramazan başında dükkân komşumuz Ali Dere Hüseyin amcamın yanına gelir, basmaların , pazenlerin, divitinlerin toplarını tek tek dolaşıp desenlerini inceler ;
-Şundan dört metre şalvarlık kes Hüseyin efendi derdi. En başında yengene " pilavlık " gerek. Yoksa sahurda yediğimiz pilavın tadı, tuzu, yağı yerinde olmaz " pilavlık " gelmeyince.
İftarı yapıp orucumuzu açtık, teravih için koştuk camiye. Kahvede çaylarımız demlenmiş biz namazları kılarken. Sahura kadar açık kahvede tombala oynayıp davulcunun sesini gözlemekteyiz.
Davulcu bazen yolunu kahveden yana geçirip ;

Davulun içi pekmez
Çalarım fakat ötmez.
Bir bahşiş vermezseniz
Davulcu burdan gitmez.
Diyerek evine geç kalan ahaliden bahşişlerini burada toplardı.
Biz aslında Tahsin kardeşimizin de beklediği üzre bu hafta kasabanın davulcularından sözü açacaktık. Lâkin gelin, görün ki lâf kalabalığından oralara kadar gelemedik. Davulcu serencamını haftaya ısmarlayalım kardeşlerim.
Cumanız hayırlara vesile olsun inşaallah.