EROL ERKEN


CUMA SOHBETLERİ

Erol Erken'in Kaleminden...


Keşke çocukken fazla mutluluk olmayıp

birazını da bu zamanlara saklasaydım.

Lâzım oluyor arada...

Cemal Süreya

 

Epey zaman önce yine bir yazımın başlığı olarak kullanmıştım Cemal Süreya'nın bu sözlerini. Çok, ama çok hoşuma gitti. Çocukluğa dair yine bir yazı yazsam başlığı ayni olurdu sanıyorum.

Erbabı bilir, Cemal Süreya memleketlimiz sayılır. Her ne kadar altı yaşında Erzincan'dan Bilecik vilayetine gelmişse de bizim okullarımızda okumuş, bizim sokaklarımızda dolaşmış, havasını soluyup, suyunu içmiş. On kuruşa simit almış sokakta simit satan yaşıtından . Hemşehri dememiz vaka-i adiyeden....

Şimdilerde " genç yaşta " tabir edilen elli dokuz yaşında vefat etmiş şair. Ben ilk bildiğimde " Süreya " soyadına takıldım ister , istemez. Süreyya değil de Süreya...

Az çok mürekkep yaladığımızdan bu Süreyya kelimesinin ne anlama geldiğini bilmekteyiz. Merhum Mehmet Akif'in meşhur " Çanakkale Şehitlerine " şiirinde:

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan

Yedi Kandilli Süreyyayı uzatsan oradan.

Diye anlattığı Süreyya 'yı bilmekteyiz. Çocukluk arkadaşım , komşumuz Süreyya Pekkıyak 'ı bilmekteyiz. Hele, hele, bir zamanların pek meşhur İran Kraliçesi Süreyya'yı bilmekteyiz.

Lise son sınıfta okuyoruz. Edebiyat bölümü... Eskiden lise bir, ve ikinci sınıflarda Biyoloji okutulurdu. Üçüncü sınıfa geçilince " bu talebenin biyoloji okuduğu yeter de artar bile , bütün canlıların anatomilerini öğrendiler, biraz da uzay bilimi alsınlar, yarın uzaya çıkınca pek lâzım olacak, diyerek lise son sınıflara Astronomi dersi koymuşlardı. Parantez içinde , biyoloji öğretmenimiz ( sağ ise sağlıklı ömür, vefat etti ise rahmet dileyelim ) Süheyla hanım beni her sözlüye kaldırdığında kara tahta başına kondurur , " Çiz bakalım anofelin hayat devresini " komutunu verirdi. Ben de her seferinde çizemem, aldığım kırık notu kitaptaki anofelin kanadına yazardım. Benim sivrisineklere düşmanlığım o günlerden kalmadır.

Bize astronomi dersine gelen orta kısma coğrafya dersine giren Süreyya isminde bir öğretmendi. Kısa boylu, ufak tefek yapılı, nüktedan biriydi benim hatırladığım.

6-Edebiyat sınıfı büyük iki camı olan, bahçeye bakan bir yerdi. Bir gün Süreyya hoca ders anlatıyor. Bir yerde kesti :

-Arkadaş, sen dışarıyı seyretmeyi bırak da dersi dinle.

Muhatabı hemen Nevzat'la benim arka sıramda oturan Ali İhsan...Futbolcu olduğundan bahçede top oynayanları seyretmekte.

Hoca derse devam ederken bir yerde yine kesti anlatmayı.

-Arkadaş, demin hatırlattık ama sen yine dışarıyı gözlemektesin.

Yüzünü dönen Ali İhsan'a :

-Dur, dur, dedi. Sen bir İngiliz artistine benziyorsun. Hay Allah, ismi neydi ?. Benzerlik gösteriyor , olursa bu kadar olur. Her neyse biz yine dersimize dönelim.

Üçüncü defa dışarıdan gözünü alamayan Ali İhsan'a bağırdı bu defa :

-Hey, artist !. Bu kaçıncı ikazım ?.

Ali İhsan yanındaki arkadaşını dışarı doğru itti, sıradan çıkıp hocanın yanına dikildi.

-Bana bak hocam benim adım Ali İhsan. Bir daha bana artist derseniz ceketleri değişiriz ona göre, dedi, kapıdan çıktı, gitti...

Devamı... Ali İhsan ismi devam etti söylenmeye.

Bu Süreya ismini biz Süreyya olarak bilmekteyken Google amcamıza soralım dediğimizde merhum şairin bir iddia uğruna soyadı olarak Süreyya'dan iki " y " den birini çıkardığını öğrenmiş olduk.

-"Benim soyadıma bir " y " yeter de artar bile " demiş, demiş de bundan böyle Süreya soyadıyla yaşayıp gitmiş.

Çocuklukla ilgili bir hikâye yazmak geçiyor içimden. Abdülkadir hoca sağ olsun otuz dördüncü yazısını yazdı çocukluğundan kalanları anlattığında. Ben yazsam okuyucu beşinci satırda sıkılıp okumayı bırakır. Bir deneme yapalım dilerseniz:

İlk okullarda sene sonu müsamereleri olurdu eskiden. Dördüncü sınıftayım... Rahmetli öğretmenimiz Ahmet Özgür müsamerede okumam için bir türkü öğretti mandolin eşliğinde. Bir Eskişehir türküsü :

Öte yakaya geçelim

Atlara yonca biçelim.

Babam Baki ağabeyime ;

-Beraber çıkın, sazla eşlik et bu çocuğa, dedi amma, ağabeyim Nuh dedi, Peygamber kelimesini kullanmadı.

Uzun çekişmelerden sonra bağlamada Baki ağabey, darbukada Şevket ağabeyin perde arkasında eşlik etmesi karara bağlanıp imza altına alındı.

Günlerden bir gün horhorlardan su içip dükkâna gitmekteyim. Dükkân deyince eskinin serencamını anlatmadan geçmek olamaz.

Mihal Gazi camiinin hemen yanından başlayıp Atatürk heykelini geçinceye kadar olan şimdiki bankette sıra dükkânlardı bu ahşap yapılar.

" Mehmet ağa vakfına aittir " derdi rahmetli babam. Manisa'dan tenzil-i rütbe ile gelen Mehmet Ağa kasabamıza naip olarak tayin olunduğunda ; Bu kasabayı imar etmek gerek, arastalar misali dükkânlar inşa edilmeli, camiyi elden geçirip duvarları biraz daha yükseltilmeli, bir medrese kurup maarifi ihya etmeli " kabilinden pek çok şey söyleyip işe başlamış.

Adam ne de olsa şehirli. Sıra sıra dükkânlar yapılmış, caminin taş duvarları üstüne kerpiçler konup cami yenilenmiş, büyütülmüş. Medrese kurulmuş, "vakfiyesi bizde" diyenler var. Velhasıl Mehmet Ağa büyükçe bir imar hareketiyle ismini yazdırmış kasaba tarihine.

Caminin giriş kapısı üstünde bir tahta levha vardı , diyor eski yaşayanlar. Üstünde :

Mader-i Pakize el-hac Mehmet ağa kim

Rah-ı Hüda 'dan buldu hayratıyla nafi

Düştü ilhamiyle tarih ziba söyledim

Kıldı tecdid Ayşe Tuti Alî Camiî.

Yazısı vardı diyorlardı kahve sohbetlerinde. Ben, cami tavanı dahil pek çok yeri arattım da elime geçmedi ne yazık ki.

Mehmet Bolulu'nun kahve önünden geçerken camı çaldılar duyayım diye. Baktım, Paşa dedemle , İhsan çavuş gelmem için işaret etmekteler. Kahve hemen bizim dükkânın çaprazında.

İçeri girdim. İhsan çavuş :

-Gel bakalım türkücülerin Şah'ı. Gel, gel... Namın kasabanın dışına taşmış, haberin ola. Ben gelmedim de Şevket ağabeyin anlattı. "Baba, dedi, görürsün, bu çocuk ileride türkücü olur, yüksek yerlerde söyler, biz de radyolardan dinleriz. Oğlum söyledi dersin.

İhsan Çavuş dedemin ahbabı... Keskin ağalardan. .. Keskin Ağalar büyük bir sülale. Adını veren yiğit, celalli birisi olmalı ki adı gitmiş, namı Keskin Ağa olarak kalmış.

Zamanla aklıma takıldı bu Keskin ağa sülalesi. Soyadı kanunu çıktığında bazıları " Çokkeskin "soyadı almışlar, bazıları " Azkeskin " diye yazdırmışlar kafa kâğıtlarına. Neden çok, neden Azkeskin ?... Öğrendiğim de sizlere de anlatacağım, merakta kalmayın.

İhsan Çavuş'un emriyle masanın üzerine çıktık, cemaat sustu, türküyü bir güzel söyledik duvarlara bakarak...

Bir sarı yirmi beş kuruş, bir de gümüş elli kuruş aldığımız yevmiyenin aklımda kalanı...

Her sene Gençlik Kulübü yararına geceler tertip edilirdi. O seneki gecede üvertür sanatçı olarak yer almaktayız. Söğütçüklülerin kahvesi arkasında provalar yapıldı. Bağlamada Baki Erken, darbukada bu defa Güngör Çongur refakatinde sahneye çıkacağız.

Hasan Bikmen'in yazlık sinemasına sahne kuruldu. Hazırlıklar tamamlandı. Akşama sahnedeyiz...

Basri ağabeylerin evinin altındaki lokantada buldum öğretmenim Ahmet Özgür'ü :

-Öğretmenim, izniniz olursa bu akşam Gençlik Kulübünün gecesinde türkü söylememi istediler.

-Ne güzel, ne güzel olmuş . Biz de geliriz seyretmeye, izin ne demek ?...

Tam çıkarken arkamdan seslendi :

-Erol, Erol !... Sahneye çıkmadan önce bir yumurta içmeyi unutma...

İşte böyle arkadaşlar. Bizim sonraları bağlama çalmamız, Klâsik Türk Müziği korolarında şarkı söylememiz o günlerin yadigârıdır..

Okuma beşinci satırda bırakılmayıp buraya kadar geldiyse ne mutlu (!).

Sağlıkla kalın sevgili okuyanlar.

Cumanız hayırlara vesile olsun inşaallah...