FİKRET YILDIRIM


DİLİN GÜCÜ

.


“İngilizler 19. Yüzyılda Tasmanya’ya geldiklerinde halkı yok ettiler. Yalnızca Aborjinler zararlı hayvanlar gibi ortadan kaldırılmakla kalmadı, kültürleri ve tarihleri dünyanın belleğinden silindi, çünkü hiç kimse onların dilini kaydetmemişti. Bize kalmış olan birkaç sözcük de, komşu Avusturalya dilleriyle apaçık akrabalığı göstermez. Tasmanya diliyle puzzle’ın çok önemli bir parçasını kaybetmiş olduk.” (*)

 

Ben şimdi size “kuş uçuyordu” desem, “ne var bunda, hiç mi uçan kuş görmedik” diyebilirsiniz.

Oysa yalnızca iki dilsel birimden oluşan bu tümceciğin nasıl da dipsiz bir kuyunun kapağını açtığını ilk önce düşünmemişsinizdir.

Bir dilbilimci hemen bu tümcenin öznesini, yüklemini saptayıp diğer olası dilbilgisel öğelerine eğilecektir: Öznenin üçüncü tekil kişi “kuş” olduğunu, “uçuyordu”nun da “uçmak” eyleminin “uç-” eylem köküne “u” kaynaşma sesi ve ardından da “-yor” şimdiki zaman eki alarak “-du” çekim eki ile de “-di”li ya da “görünen geçmiş zaman" eki ulanarak sona erdiğini söyleyecektir. Daha da ötesini ise uzmanlara bırakalım.

Peki ya ben “kuş uçuyordu” dedikten sonra biri de kalkıp “nasıl bir kuştu bu kuş; serçe miydi, karga, akbaba, şahin yoksa kartal mıydı” diye sorabilir.

Başka biri de “ne kadar yükseklikten uçuyordu; alçaktan mı yoksa yüksekten mi” diyebilir.

Bir başkası da “günün hangi vaktinde” diye sorarken, yine bir başkası da ”hava nasıldı; açık, kapalı, dingin, rüzgarlı, yağmurlu ya da karlı mıydı” diye sorardı belki de.

Açıkça görüldüğü gibi biz insanlar, “an”latmayı, “an”da görüp işittiklerimizi bir başkasına ya da başkalarına aktarmadan yapamıyoruz. Dilin doğuşu üzerine yapılan kuramlardan biri de bu dayanılmaz “an”latma isteğimizdir.

Ortaokuldaki Türkçe öğretmenimiz sevgili Tamer Tezin’in yaklaşık kırk yıl önce tüm sınıfa yönelttiği şu soru hiç çıkmaz aklımdan:

-Sevgili çocuklar, söyleyin bakalım, bir tümcede en az ve en fazla kaç sözcük bulunabilir?

Hepimiz birbirimizin yüzlerine bakarak başlamıştık atmaya:

-En az iki, en fazla beş, on, yirmi,... öğretmenim.

Sevgili öğretmenimiz ise “bir tümce en az bir sözcükten oluşur çocuklar” demişti ve “en çok da sonsuz sözcükten oluşur”. Örnekse “adam kapıyı açarak görünürde olmayan köpeğini çağırmaya başladı: Hektor, hektor, hektor, hektor,...”.

Sonsuzluğun içinde devinip duran biz insanlar, yaşayıp tanıklık ettiklerimizi, duygu, düşünce ve hislerimizi dile getirmek için hiç durmamacasıya çabalayıp duruyoruz. Bunu yaparken kullandığımız araçlar müzik, tiyatro, resim, fotoğraf vb. gibi sanatlar olurken hepimizin daha annelerimizin karnında birer dölütken öğrendiğimiz dil ise en ortak iletişim aracımız oluyor.

Dil, bir yandan tüm hümanist ve idealist güzellikleriyle insanı yüceltebilirken öte yandan da faşist ve emperyalist emellerin ellerinde öldürücü bir araca dönüşebiliyor.

“Başlangıçta söz vardı” diyen din kitaplarının dile yükledikleri bu misyon bile dilin gücünü bizlere göstermeye yetmektedir.

Özcesi, dil insanı insan yapan ilk ve belki de tek fenomendir. Böyle olunca da, insanı ve kültürünü yok edebilecek de tek fenomen olmaktadır.

Dillerin yok olmasını engellemek olanaksız görünmektedir ama günümüzün akıl almaz teknolojisi içerisinde en azından kayıt altına alabilmekse insan türünün geleceğinin de en temel teminatlarından olacaktır.

Söz uçar yazı kalır; yazı kalır insan göçer.

Fikret Yıldırım

(*) Dilin En Güzel Tarihi | Pascal Picg + Laurent Sagart + Chislaine Dehaene + Cecile Lestienne – Sayfa 86 • Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları • Çeviren: Sema Rifat

Görsel | Arkeofili.com