MEHMET SARAÇ


EĞİTMENİM BENİM-SENİN DE ÖĞRETMENLER GÜNÜN KUTLU OLSUN

saraç


EĞİTMENİM  BENİM 

ÖĞRETMENLER  GÜNÜN KUTLU OLSUN

EĞİTMENİM BENİM :

 

         Eğitmenlerimiz, ülkemizin eğitim seferbirliği uyguladığı 1950´li yıllardan, 1960´lı yılların sonlarına kadar, öğretmen okulu mezun öğretmenlerin yetmediği bölgelerde, askerde çavuşluk yapmış, okuma yazması ve anlatma becerisi bulunan vatandaşlar arasından seçilmişlerdi.

        Altı ay Köy Enstitüleri´nde kurs aldıktan sonra görev verilmiş, yalnız birinci, ikinci ve üçüncü sınıf okutmaları hakkı verilmiş, üç bittikten sonra tekrar birinci sınıf almışlar. Diplomayı kadrolu öğretmenler veriyormuş. 1970´li yıllara kadar maaşlarından, emekli sandığına, kesinti olmadığı için sadece çalışıyor ama emekli olamıyormuş.

        Yani bugünün ücretli öğretmeni gibi. 1970 li yıllarda, diğer kadrolu öğretmenler başta olmak üzere, eğitim sendikaları bu haksızlığa karşı çıkarak, onlara destek vermişler, greve gitmişler, sonunda 70´li yıllarda onlar da emekliliği haketmişler.

         1965 yıında, bir  eylül sabahı, Ramazan Varolu  eğitmenim, elinde boyu uzun, siyah kablı bir defterle, yeni kayıt için, kapımıza geldi. Kendine Belkeseli Şıh Ramazan ya da  Hatıp da derlerdi. Ata binmeyi çok severmiş, dörtnal ve rafan at koşturmada, yörede üzerine yokmuş eğitmenimin.

         Anama dedi ki: "Bu çocuğu, okula kayıt yapalım." Çok küçük ve çelimsiz görünüyordum. Beni karşısına alıp şöyle bir baktı:

"Bu pek küçükmüş Hatice" dedi. Anam:

        "Ramazan amca, biz her gün kırda bayırda çalışıyoruz, bu tarlaya gitmiyor, evde bırakıyoruz, evin altını üstüne çeviriyor." O zamanlar da bir olayım olmuştu; Yumurtaları evde  saklasalar da, nerede olursa olsun, bulduğum gibi, köyde, bakkala götürür, kader şekeri alırdım. Baş edemediler, en son anam yumurta sepetini hayat dediğimiz, salonun ortasındaki, yüksek, tavan döşeme ağacına asmıştı. Oraya eremiyordum. Sepet yumurta ile dolmuştu. Bir çare aradım. Yorgan, yastıkları üst üste yığdım, üstüne çıktım, tam sepetin yanından tuttuğum an, yorganlar kaydı, sepet ters döndü. Oralar yumurtaya  battı. İki gün teyzemde kaldım eve gelmedim. O nedenle anam, "okula bunu yaz" dedi. Eğitmenim de:

"Kayıt yapmayalım da, bu sene gitsin gelsin" dedi ve ben okula kayıtsız başladım.

        Ertesi sabah okullar açılıyor, sabah oldu herkes kara kirliğini (önlük) giymiş, beyaz yakasını  takmış, okula gidiyor. Beni evde bıraktılar. Sabah ben evden çıktım ama köy dışına kaçtım. Okula gitmedim akşam geldim. Okula gittiğimi söyledim. Ertesi sabah yine gidecem, dış kapıyı bir açtım, karşımda eğitmenim.

        "Hadi okula gidiyoruz. Defterini al, önlüğünü de giy" demişti. Defter kalem de yoktu. Birinci sınıfa kayıt olacak çocuklar, beşten mezun olanların önlüklerini ister, anneleri, önlüğü keser, biçer, kısaltır, giydirirdi. Okul önlüğünü, birinci sınıfta almazlardı. Eğitmenim benim kolumdan tuttu, doğru sınıfına götürdü. Ön sıraya oturttu. Önüme bir defter yaprağı, bir de kurşun kalem verdi. Böylelikle Ramazan Eğitmen´imle, eğitim öğretim hayatıma başladım.

         Görüntünün olası içeriği: 1 kişi

İlkokul birinci sınıfa başladığımız ilk ders şunu anlatmıştı:

"Adamın biri hırsızlık yapmış, ona okunmuş nohut yutturmuşlar, adamın karnı, sabaha kadar şişmiş, şişmiş, davul gibi olup patlamış. Böylelikle hırsızlığı ortaya çıkmış." demişti.

"Hırsız olmayana, okunmuş kuru nohut, hiçbir şey yapmazmış" derdi. Sınıfta kalem, silgi hırsızlğı şikayetleri çok olurdu. Onun için, masası üzerinde bir tas kuru nohut bulundururdu. Eğer çalınan kalem, silgi çıkmadı ise,

"son saat herkese okunmuş nohut yutturacam" derdi. Bunu duyan çocuklar, bir sonraki  teneffüste koşarak gelir, Eğitmenim, kalem sıranın altından çıktı, derlerdi. Sonradan öğrendim bir avuç kuru nohut yenip, üzerine  su içilirse, insanın karnı şişermiş.

        Alfabeyi çabuk kavrattı. Defalarca, alfabeyi devir ettirdi. Sene sonunda, benim küçük olmama rahmen, ikinci sınıfa geçirdi. Çalışkan ve gayretliydi. Bir, iki ve üçüncü sınıfları Eğitmenim alır, dört ve beşleri de kadrolu genç öğretmen alırdı. Yardım severdi. Köyde tek o maaş aldığı için, herkes dara düştümü, ona giderdi. İki sefer de, anamla biz gitmiştik. Anam:

"Ramazan amca, öküzümüz öldü. Borç, elli kaymeye ihtiyacımız var," dedi. Eğitmenim hiç bir şey söylemedi. Biraz hal hatır konuşmalardan sonra hanımına:

"Fadima yukarı eve çık, yatakların arasına para koymuşlar mı, bir bak. Varsa elli kayme getir" derdi. Böyle, böyle, herkesin işini görmeye çalışırdı. 

         Eğitmenim  öğrencilerini 4 ve 5 .ci sınıflarda da takip ederdi. Anne ve babalara okuyabilecek çocukları mutlaka okutmalarını, bize de, ailenize bizi okutun, biz ortaokula gidecez dememizi öğretirdi.                                                                                                                          

         Tahtaya kalktığımızda, konu anlatırken, arkadaşlar, anlatana hareket yapardı; dil çıkarırdı, onu güldürürdü. Gülünce de, anlatan dayağı yerdi. O´nun en büyük cezası, iki kulaktan tutar havaya kaldırırdı. Bunu önlemek için:

"Tahtaya kalkınca, arkadaşlarınızın gözüne bakmayın, başka tarafa bakın!" derdi. Biz de konu anlatırken tavana  bakardık, el ve ayaklarımız da sağa, sola hareket ederdi, hepimiz öyle alıştık.

          İlceye ortaokula, tek ben kayıt oldum. Onbeş yirmi gün oldu okula başlayalı, hiç tahtaya kalkmadım. Yeni coğrafya öğretmenimiz Ayşe Çolak, tahtaya kaldırdı. İç anadolu bölgesini anlatacam, ben utana, utana tahtaya kalktım, başladım anlatmaya; gözler tavana bakıyor. Ayaklar bir sağa, bir sola, on dakika kadar anlattım, konu bitti, sınıfa bir baktım herkes gülmekten yerlere yatıyor, öğretmene baktım, o da gülmekten kıpkırmızı olmuş. Öğretmenim sonra yanıma geldi:

        "Oğlum," dedi, "sen yerinde duramıyon, bir de hep tavana baktın, niye böyle yapıyon?" dedi.

"Öğretmenim, bizim eğitmen, ´konu anlatırken çocukların gözüne bakarsan, ezberini unutursun, anlatamazsın dedi,´ dedim. Başımdan sevdi. Her dersinde beni kaldırır, gülerlerdi.

Ramazan eğitmenim aynı zamanda öküzler ile herkes gibi  köyde, çiftçilik yapardı. Hafta içi hanımı bir çift öküzü ile, saban ya da pullukla tarlalarını sürer, hafta sonu da beraber tarlada çalışırlardı. Bir gün okulumuza müfettiş gelmişti. Müfettiş İle tartışmışlar, ikisi de yaka, paça tutacak duruma gelmiş. Müfettiş diyor ki:

"Seni görevden alıyorum!" Eğitmenim de diyor ki:

"Beni görevden alabilirsin ama..." Müfettişin kolundan tutuyor, sınıfın penceresi önüne çekiyor:

"Bak!" diyor, parmağı ile göstererek,

"Orada sabanla çift süren bir kadın ve önünde, bir çift öküzü görüyon mu?" diyor, "onlar benim. Benim o işimi de alamazsın ya!" diyor. "Ben, bu çocuklar için buradayım" diyor. Uzun tartışmalardan sonra müfettiş özür dilemiş, tatlıya bağlamışlar.

          Kıymetli Eğitmenim, bizi mezun ettikten sonra, pek çok çocuğa daha ışık olmaya devam etti. Okuma yazma öğretti. Çalıştı, çapaladı, çoğumuzu ortaokula yönlendirdi. Ve sonunda emekliliği haketti. Yıllar sonra öğretmen oldum. Göreve başladım. O yaz köye geldim. Bir akşam üstü yanıma geldi. O iki elini de, genelde kemerinin altına sokar, öyle yürürdü, öyle alışmıştı. Bizi okuturken de öyle yapardı. Çok mutlu gözüküyordu.

"Hayırlı olsun!" dedi. Elleri ile boynuma sarıldı. Hüzünlendi.

"Senden bir şey istiyorum," dedi.

"İste eğitmenim" dedim.

"Bir dolmakalem." dedi, dolma kalem, o zamanlar, çok pahalı ve piyasada bulunmuyordu.

"Tamam Eğitmenim, seneye gelişimde, sana kalemi alacam" dedim.  Sene, döndü geldi, ben bir kalem aldım, ama geldiğimde eğitmenim vefat etmişti...

         Eğitmenim: Yaşadığınız o zorlu dönemlerde, bu memleketin çocuklarına ışık olduğunuz için, yine, öncesi olduğu gibi, tüm kadrolu öğretmenler ve eğitim sendikaları, ben inanıyorum ki, sizleri, öğretmenler günü kutlamalarına  dahil edeceklerdir. Allah mekanını cennet yapsın. 

         Öğretmenlerimizin  ve  bütün Eğitmenlerin, hem eğitmenler, hem öğretmenler günü kutlu olsun...

Saygıllarımla.

                                                        M. SARAÇ