FİKRET YILDIRIM


GEÇMİŞ ASLA GEÇMEZ

.


《Hay Allah! Nasıl bilet isteyeceğim ben şimdi? Burada bir sürü demiryolu ve bilet gişesi var!》

Henüz başlamıştı Almanca kursuna. Daha tümce kurmasını bilemiyordu. O günkü arkadaşları da yoktu yanında eve dönmek için.

Oysa Pendik'ten Cağaloğlu'na gitmelerinde çocukken, dünyanın ta öbür ucuna gittiğini sanırdı. Tren yolculuğu sonrasında bindiği Haydarpaşa - Eminönü seferiyle Boğaz'ın Marmara ve Karadeniz'e açılan martılı ve köpüklü sularını izlemek, 1974'te iki kıtayı birbirine bağlayan Boğaz Köprüsü, geride kalan yakadaki Haydarpaşa Garı ve açıldıkça görünen Üsküdar'ın minareleri, hemen gözüne çarpan Kızkulesi'nin denizin çarşafının ortasında, gökten inmiş dev bir Anka kuşu gibi süzülüşü, Avrupa Yakası'ndaysa ilk önce, yüzlerce yıllık gizemli duruşuyla zamana kafa tutan Topkapı Sarayı, Ayasofya, Sultanahmet, Yeni Cami ve Galata Köprüsü, sonra sırasıyla Galata Kulesi, Kabataş, Beşiktaş, Barbaros Yokuşu ve Dolmabahçe Sarayı...ve küçücük dünyasını alt üst eden tüm bu görüntüler, onun çocuk dünyasının büyüklüğüne ilişkin başlıca göstergelerdi.

12 Eylül öncesinin hızla tırmandırılan katliamlarının ivmesinin tepe noktasına doğru yaklaşıldığı günlerin sonlarıydı. 

Okumak isteyen oğlunu, İstanbul'un her yerinden yükselen kan kokularının ve öldürülme korkularının can panayırından bir an önce kurtarmak isteyen babası, iki hafta boyunca uğraştığı bürokratik işlemler sonucunda öğrenci pasaportu alabilmiş ve Topkapı'dan bindirdiği otobüsle Nürnberg'e yolculamıştı. 

Takvimlerde 10 Eylül 1980 yazıyordu. 

İki günlük yolculuğun sonunda, Nusret'in Nürnberg'e vardığı sabah, generaller yönetime el koymuş, meclisi kapatmıştı. 

《Çaylaaaarrrr....! Var mı çay içen! Çay çay çaaayyy...!》

Herkesin içtiği bardaktan çay içilmezdi. Ama simite de hayır diyemezdi. Küçük kırıntıları da martılara atınca, başlardı onlarla birlikte uçmaya. İşte o an, zaman durur, martıların çığlıklarından başka hiç bir ses duyulmazdı. Denizin balık balık, yosun yosun kokusu halen bugün bile dururdu bilinç damağında.

Gözleri doldu bilet gişesinin önünde. Ağzı kurumuş, yüreği küt küt atıyordu. Usulca yaklaştı, cam korumanın ardındaki memura. Memurun yüzünü görebilecek gözleri yok olmuştu o an. Eğildi ve 《Schwabach!》diyebildi kekeleyerek.

Ne memurun dediklerini duymuş ne bilet parasını verdiğini fark edebilmiş ne de aldığı para üstünü saymıştı. 

Elinde bir bilet vardı şimdi. Evirdi çevirdi. Üzerinde, hayatında daha önce hiç görmediği sözcükler vardı. Bir tek anlayabildiği rakamlardı.

Bir yandan da, çaresizliğin öfke ve zayıflığının ıslattığı gözlerini saklamaya çalışıyordu etraftakilerden.

《Dikkat edin beyler, dikkat edin! Değmesiiinnn!...》

Eminönü İskelesi'ne yanaşırdı vapur. Hızlı hızlı koşuştururdu her yaştan insan, İstanbul'un damarlarındaki hayat kanını "İstanbul ölmesin" diye dolaştırmak için.

Kimsenin kendisini görmediği Nusret de yavaşça vapuru terkeder, balık ekmekçilerin balık ve mangal isi kokulu naraları arasında, girdiği büyülü zaman tünelindeki bütün anların kayıtlarını belleğine yerleştirerek, kendisi için kutsal mekân olan, kitapçıların hep bir arada bulunduğu Cağaloğlu'na doğru yönelirdi.

Yıllar sonra bir akşam Berlin'deki bir birahanede buluştular, Cağaloğlu'ndaki Pendik'li Nusret ile Nürnberg'teki Schwabach'lı Nusret. 

Usulca yanlarından ayrıldığımı hiç fark etmemişler, muhabbetlerinin hararetini buz gibi serin birayla dindiriyorlardı.

Fikret Yıldırım

Görsel | onedio.com