FİKRET YILDIRIM


GÖREN - GÖRÜNEN - GÖRDÜREN

.


Hep aynı kavak gibi duruyor bahçede; her yıl yeniden açan yaprakları ise hep aynı yapraklar gibi görünüyor.

Hep aynı bildik hışırtısı, hep aynı gibi görünen kavağın hep aynıymış gibi açan yapraklarının.

Hep aynı güneşin, gün içerisindeki ışığının zaman kumpasında yer değiştiren gölgesi, hep aynı görünen kavağın.

Hep aynı görünen kavağın hep aynı gibi yağan yağmurun yıkayıp zayıfçalarını toprağa döktüğü yaprakları.

Ne zaman bulunduğu yere dikildiğini bilemediğim kavak, hep aynı sadakat ve sabırla duruyor orada.

Doğduktan bir süre sonra kendinin farkına varan ben ise zaman içerisindeki fiziksel ve ruhsal yolculuğumda sürekli yer değiştiriyorum. Sabah kalktığımda dışarıya bakınca o kavağın hep o anını görüyorum. Sonra evden dışarıya çıkıyor; çoğu zaman gün batmadan önce, kimi zaman da karanlıkta eve dönüyorum.

O kavak, hep orada. Ben onu belli belirsiz aralıklarla fark ediyorum. Onun beni görüp görmediğini ise asla bilemiyorum.

“Görünen” ile “gören”in bitip tükenmek bilmez bu fark ediş-edemeyiş oyunu, “gören”in an gelip “görünen”i görememesiyle sona erecek bir gün.

Ve bir gün belki, ”görünen” de, kökü dahi kazınarak bulunduğu yerden kesilerek yok olacak.

Ve belki de bir gün ya da bir zaman birdenbire “görünen”i "gördüren" güneş de kaybolup gidecek.

İşte o vakit, “gören”in ve “görünen”in eşdeyişle "görüntü"nün hiç bir anlamı kalmayacak.

Fikret Yıldırım ©

Görsel | internet ortamından