FİKRET YILDIRIM


İÇTEKİ DIŞ İLE DIŞTAKİ İÇ

.


İçi başka dışı başkadır insanın. 
 
Kime göre başkadır? 
Hem kendine göre hem de ona dışarıdan bakanlara göre başkadır. 
 
Peki insan kendi içini görebilir mi?  

Psikoloji biliminin geldiği son noktada, ego-id-süperego üçlemesiyle tanımlıyoruz insanın içini:

“Ego”, insanın “ben”ini, “ben”liğini dile getiriyor. 
“Süper ego”, “üst ben” anlamıyla içinde yaşadığı toplumun ahlâkî ve hukukî kurallar toplamını tanımlıyor. 
“Id” ise Latincede “o” anlamına gelen, insanın en arkaik, en hayvansal içgüdüleriyle yüklü karanlık alanını betimliyor. 
 
Zihnimizin bu üç farklı alandan oluştuğu varsayımından hareketle önümüze gelen soru(n)larla baş edebilmek de bilim insanlarının felsefe, fizik, metafizik gibi birbirleriyle sıkı sıkıya ilintili olarak bitip tükenmek bilmez bir sonsuzluk alanına denk geliyor. 
 
Henüz oral evredeyken kendimizi fark edişle başlayan kısacık yaşam yolculuğumuzda biraz sonra çevremizin de ayırdına vararak nasıl bir dünyada olduğumuzu anlamaya başlıyoruz. Ve giderek de ölünceye kadar bir türlü kapısını bulamadığımız bu zihinsel alanımızdan gelen hayvansal dürtülerle cebelleşmek zorunda kalıyoruz: İşkence yapıyor, tecavüz ve zulmediyor, tekli ya da çoklu hatta kitlesel boyutlu katliamlarda bulunuyoruz. 
 
Bir yandan içinde yaşadığı dış dünyanın öldürücü tehlikeleriyle mücadele etmekte ustalaşan insan, öte yandan da bu deneyimlerin kendi içine yansımasıyla kendi kendisiyle konuşmasını öğrenmeye başlıyor; kendi kendine düşünüyor, kendi hisleriyle birlikte yaşıyor. 
 
Bir an tüm dünyadaki insanların hiç konuşamadıklarını, eşdeyişle dil denilen sözlü ve yazılı hiç bir iletişim aracımızın olmadığını düşünmeye çalışalım! 

“Olur mu canım hiç öyle şey” dediğinizi duyar gibiyim. Olmaz mı hiç, bal gibi de olur! 
 
Türümüzün bundan en az 30 ya da 40 bin yıl kadar önce konuşmayı bilmediğini bugünkü bilimsel yöntemlerimizle kestirebiliyoruz. O zamanki atalarımız da ortalama ömür süreleri görece olarak çok kısa da olsa pekalâ bu yeryüzü üzerinde bir biçimde yaşamayı beceriyorlardı. 
 
Her birimiz de biliriz ki, öylesine düşünce, duygu ve hislerimiz vardır, yazıya ve söze asla dökemeyeceğimiz. Bunun bir yolu belki de resim, müzik, dans, edebiyat, heykeltraşlık, şiir gibi sanatın kapsamına giren alt dillerdir ki, her biri de birbirine çevrilmesi neredeyse olanaksız biçem ve biçimlerden oluşur. Algı, anlayış, çağrışım, benzetme gibi bir takım bireye özgü ruhsal ve fiziksel etkenlerdir bu alanlardaki yolculukların izlekleri. 
 
Demem o ki, kendimizle ve çevremizle ilişki ve iletişimimizdeki kanallarda öylesine hesap dışı kör noktalar vardır ki, birbirlerimizi anladığımızı zannettiğimiz ses ve işaretlerden oluşan dillerimiz, kendi ve dışımızdaki yaşamları “an”layabilmeyi olanaksız kılar. 
 
Gerek yazılı gerekse sözlü insan dili, her ne kadar “an”laşabilmemizin tek aracı gibi görünse de aslında “an”laşabilmemizin önündeki tek engeldir. 
 
Varoluşun dili zaman ve mekân ötesindedir; insan diliyse zamana ve mekâna mahkûmiyetiyle tam da tüm çatışmaların kaynağıdır. 
 
“Bir lisan bir insan” değil “bütün lisanların ötesi insan”dır. 
 
Fikret Yıldırım

Görsel | Google