FİKRET YILDIRIM


KASAP HAVASI VE KERESTE TÜCCARI

.


İlkokula başladıktan sonra, uzun yaz tatillerinde, o zamanlar bedava ve tertemiz olan denize, anne ve babamın korkuları nedeniyle tek başıma ya da arkadaşlarla gidemediğimden ya da götürülmediğimden, doğduktan hemen sonra terk ettiğimiz Yenipazar´a gider, okullar yeniden açılıncaya kadar, neredeyse tatil boyunca, evli olan halamla dayımın yanlarında kalırdım.


Ekinlerin toplanma zamanında, sabahın erken saatlerinde dayımla tarlaya gider, diğrenle sap toplamaya çalışır, harmana gider düven sürer, yabayla tınaz savurduğumu sanır, arada bir de dayımın "Feza" ve "Ceylan" adlarındaki öküzlerini güderdim.

Kimi zaman da dayımla oduna gider, dağlardaki kurumuş dalları ve kozalakları toplar, dağ bayır zavallı eşeklere taşıtarak, getirip avluya yığardık. 

Tek tük geçen uçakların ve az sayıdaki motorlu araçların çıkardığı mekanik sesleri saymazsak, yalnızca kuş cıvıltıları ve hayvan sesleri ve zaman zaman da dere sularının ve Süzmen Çayı´nın şırıltısından ve bir de toprak ve bitki örtüsünü esanslayıp insanın burnuna getiren rüzgârdan başka hiç bir ses duymazdın, o zamanların Yenipazar´ında ve çevre köylerinde.

Gündüzlerin kavurucu sıcağı, yerini serin ve neredeyse sayılabilecek netlikteki yıldız çümbüşü gecelere bırakırdı.

Her çarşamba Yenipazar´ın pazarı kurulduğundan, çevre köylerden gelenler, alışverişlerini yaparken hayvanlarını bizim büyük avluya getirip bağlarlar, dedem de avlunun kapısında, "hayvanpark ücreti" keserdi. Çok kısa süreliğine bir yere gidecek olduğundaysa "unutma oğlum, eşekler için on kuruş, beygirler için yirmi beş kuruş alacaksın" der, park yeri gişesini bana emanet ederdi.

Büyüyüp delikanlı oluncaya kadar, aşağı yukarı her yaz böyle geçerdi ve ben her bir üst sınıfa başlayışta Yenipazar´da başımdan geçenleri birazcık ballandırarak hikâye eder, arkadaşlarıma anlatırdım.

Zaman akıp geçtikçe Yenipazar ziyaretlerim de çok seyrekleşmişti. Ben değiştikçe Yenipazar´daki insanlar da değişmiş; nüfus artışıyla ve yeni yeni göçlerle nahiyemiz ilçe olmuştu artık. Kaçınılmaz olarak birbirimize yabancılaşmıştık.

Uzunca bir zaman sonra, oldukça yaşlanan halamı ve dayımı ve diğer akrabalarımı görmek için kısacık uğradığım bir defasında, amcaoğlum "Gel seni Memet (Mehmet Başaran) dayımın yanna götürem; yeni bir gasap dükkânı açtı. Hayırlı olsun deyem. Bakam seni tanıyabilcek mi" diyerek koluma girdi.

Az sonra Memet dayımın kasap dükkânındayız. "Selâmünaleyküm" diyerek selamlıyoruz amcaoğlu ile birlikte. Neredeyse hiç başını kaldırmadan selâmımızı kabûl ediyor Memet dayımız. O sırada tezgâhta, elindeki parça eti doğramakla meşgûl.


Amcaoğlu, "Le dayı, bak hele bu arkadaş et alcakmış" deyince dayımız da "Verem" diye cevaplıyor, "Ne eti?". 

"Öküz eti" diyorum, buz gibi bir yüz ifadesiyle. Tam o anda elindeki işi bırakıp hışımla gözlerimin içine bakmaya başlıyor, takkesinin altındaki sürekli çatık olan kaşları ve yemyeşil gözleri yerlerinden fırlayacakmış gibi öfkelenerek. Ben de bu sefer aynı yüz ifadesiyle mavi mavi onun gözlerinin içine bakıyorum. Elinde bıçağıyla öfkeli dayım ve gülmemek için dişlerimin arasında sıkıştırdığım sabrımla ben, bir kaç saniye düello yapıyormuşçasına öylece bakışınca, amcaoğlu dayanamayıp pıskırmaya başlıyor, "Le dayı, insan yiğenini tanımaz mı hiç" deyince Memet dayım beni gözlerimden çıkarıveriyor. Havadaki buz gibi soğuk gerginlik, yerini sımsıcak bir kucaklaşmaya bırakıyor; yıllar sonra yeniden karşılaşan yeşil ve mavi gözlerden tek renkteki özlem yaşları süzülüyor, "Le yiğenim, sen nerledesin, kaç zamandır gelip bizi sormuyon" sitemine dönüşüyor.

Biraz hoş beşten sonra birden dükkâna bu sefer de babamın kuzeni olan Ahmet amcam giriyor. Amcaoğlu ise "Acu (*), bak bu arkadaş büyük müteahhitmiş, gavak kerestesi amaya gemiş" der demez, o da hemen üzerine atlayıp "Verem tabi, ne gada lâzım" deyince artık hepimiz makaraları koyveriyor, katıla katıla gülmeye başlıyoruz.

Ve zaman akıp gidiyor hiç birimize sormadan.

Şimdi artık bu hikâyede adları geçen ne Hasan dedem, ne Cemal babam, ne Yaşar dayım, ne amcaoğlu Seyfi ve ne de Ahmet acumuz -nam-ı diğer "Kampa"- hayattalar. Acı ve tatlı anılarıyla çoktan terkettiler Yenipazar´ı ve bizleri; birer yalan oldular çoktan. Her biri nurlar içerisinde yatsınlar!

Biz geride kalanlara da bu tanıklıklarımızı gerek sözle ve gerekse yazıyla anlatmak düşüyor.

Fikret Yıldırım

(*) Balkan Harbi´nde, Balkanlardaki memleketlerini ve her şeylerini bırakarak o zamanın Osmanlısına sığınan 3 milyon kadar muhacirden Yenipazar´a yerleşen Boşnakların çocuk ve torunları, Balkanlarda yaşlılar için kullanılan "hacı" sözcüğünü zamanla unutarak "amca" yerine kullanmaya başlamışlar ve bugüne kadar da "acu" diyegelmişlerdir.