FİKRET YILDIRIM


KIRKLAR DAĞI CEMİ

.


"Binlerce kilometre uzaktan gelmişsiniz; gitmeyin bugün, yarın törenimiz var, buyrun bekleriz, lütfen!"

Doğruydu. İlk kez oradaydım; böylesi bir ayrıcalığa kayıtsız kalamazdım: “Çok teşekkür ediyorum davetiniz için, ben bu töreni yaşamadan hiç bir yere gitmiyorum”.

Temmuzun ikinci yarısıydı. Yeşilin en yeşil, toprağın körkütük sarhoş ve mavinin karasevdaya tutulduğu, zamanın olmadığı saklı bir yerdi. Kışı tertemiz ve acımasız kar yorganıyla örtülüyken, bahar ve yazı ise görebilen her canlıyı şair edecek bir imge cennetiydi ki, küçücük Cemal Süreya’yı dahi sürgüne gönderirken şair olarak yolculamıştı.

Göz alabildiğince derinlikteki dağlar ve vadilerin rengârenk tablosunu sessizliğin büyüleyiciliği ve doğadaki eşsiz çeşitlilikteki bitki ve çiçeklerin koku cümbüşü harmanlayınca zaman ve mekândaki koordinatlarınızı hemencecik yitiriveriyordunuz. Suyun sesi ve tadı, büyük ve karmaşık kentlerde çoktan yitirmiş olduğunuz kendinizle yüzleştiriyordu sizi.

Hummalı bir telâş ve çalışma başlamıştı saklı dağ köyünde. Yarın çok önemliydi. Türkiye’nin ve Avrupa’nın bir çok kentinden yalnızca yarınki tören için bir sürü ziyaretçi gelmişti. Yaşlıların dışında, çoluk çocuk herkes bu törene hazırlanıyordu.

Şafak sökmeden yola çıkılacaktı. Kazanlar, kapkaçak ve en önemlisi de kurbanlar olmazsa asla olmazdı. Belli bir noktaya kadar otomobille gidilebiliyordu. Ondan sonra da herkes kendisini ve yükünü taşımak zorundaydı.

Binlerce yıl önce püskürmüş olduğu kabul edilen küçük bir volkanın dibindeydi buluşma noktası. Neredeyse hiç kimse konuşmuyordu bu büyülü yolculuk sırasında. Çocuklar dahi yüzlerce yıllık bir ritüele hazırlanıldığının bilinciyle sessizce izliyordu büyüklerinin adımlarını.

Bir yandan kurbanlar adanırken, öte yandan kazanlar kaynıyor, pilavlar pişiriliyor hararetli bir çalışma senfonisi arasında yeni yeni insanlar akıyordu buluşma yerine.

Zaman süzülüyor ve tüm gelenler u-düzeninde kurulmuş altarın çevresinde yerlerini alıyorlardı.

Bir süre sonra birdenbire bir sessizlik oldu.

Aydın yüzlü yaşlıca bir bey, orada bulunan tüm insanları selamlayarak ilkin "meydancı" hanımdan altardaki üç adet çerağı (mumu) yakmasını rica ederek toplantının nedenini ve içeriğini anlatan uzunca bir konuşma yaptı ve birbirleriyle küs olanların olup olmadığını sorarak toplantıyı açmış oldu.

İki genç adam, birer adım ileri çıkarak rızalarını gösterdiler ve orada bulunanların önünde birbirlerinden özür dileyerek, birbirlerine sarıldılar.

Ardından dualar edildi ve "zakir" tarafından deyişler okundu.

Uzunca süren bu kadim ritüelin sonunda toplantıyı yöneten bey, "meydancı" olarak toplantının düzenini sağlayan hanıma “şimdi sırrımızı saklamak için çerağlarımızı söndürelim” diyerek üç adet çerağın (mumun) söndürülmesi gereğini dilegetirdi.

Evet, bu toplantı, doğanın en güzel ve görkemli bir mekân ve zamanında belki de binlerce yıldır yaşanan ve yaşatılan bir ritüeldi:

Bu bir "cem" töreniydi. Kadın erkek, çoluk çocuk tüm canların "bir" oldukları, doğayı ve yaradanı kutsadıkları bir ritüeldi. Ritüeli yönetenlerse bir "Alevî dedesi" ve hemen sağında da duaları ve deyişleri bağlama eşliğinde dile getiren "zakir"di.

O seneki buluşma ve cem törenini de idrak eden tüm canlar geldikleri yönlere dağılarak bir sonraki cem töreninde sağ salim yeniden buluşabilmek ümit ve dilekleriyle akşamın alacasına dek yine hep birlikte sessizce ve büyümüş yürekleriyle evlerine döndüler.

Böylece kutsal olana minnettarlık görevi bir kez daha yerine getirilmiş oluyordu.

Fikret Yıldırım

Kırklar Dağı | Dede ve Zakir Canlar

 

ismet turan
23.01.2021 00:04:17
fikret kırklar cemini çok güzel anlatmışsın emeğine ve ağzına saglık.ismet turan muğladan

Fikret Yıldırım
9.03.2021 16:42:43
Çok teşekkür ediyorum İsmet Bey. Muğla'ya sevgiler ve selamlar. Fikret Yıldırım