FİKRET YILDIRIM


MÜFETTİŞ

.


Sevip saydığım bir ağabeyimle, koyu renk takım elbiselerimizi giymiş, İstanbul’un Anadolu Yakası’ndaki bir sanayi sitesindeyiz.

Hava pırıl pırıl. Sitedeki tamirhanelerden yükselen metal sesleri ve kokularına az ötedeki E5 Karayolu trafiğindeki eksoz ve motor sesleri ve azamî çabayla duyulabilen kuş sesleri de eklenince keyifli bir bahar öğlesinde kendini iyi hissetmemek için hiç bir neden yok gibi görünüyor.

Yüksek model ve gösterişli Alman Malı otomobilinin bir arızasını giderdikten sonra ağabeyim:

- Fikretçim, gel şurada bir de karnımızı doyuralım. Yakınlarda başka seçeneceğimiz de yok. Hem temiz ve lezzetli bir mutfağı var bu lokantanın.

- Tamamdır üstadım

diyorum ve birkaç dakikalık yolculuktan sonra esnaf lokantasının önünde park ediyoruz.

Lacivert ve son model otomobilimiz havalı etkisini gösteriyor; uyandırdığı saygınlığı(!) bize de bulaştırıyor.

Lokantanın kapısı önünde güleryüzle ve hürmetle karşılanıyoruz. “Buyursunlar efendim”le yer gösteriliyor ve iki kişilik bir masada yerlerimizi alıyoruz.

İzin isteyerek ellerimi yıkamak üzere lavaboya doğru yöneliyorum.

Geriye döndüğümde:

- Üstadım, bu nasıl iş yahu! Böylesine güzel çalışan ve çok esnafın yemek yediği bir lokantada, tuvalet ile mutfak kapıları bir metre aralıkla karşı karşıya olur mu hiç

diye, şaşkınlığımı dilegetiriyorum.

- Hiç sesini çıkarma sen şimdi,

diyor ve beklemeye başlıyoruz.

Birazdan, işyeri sahibi olduğu, kollarını sıvamış gömleğinden ve omuzundaki beyaz havludan anlaşılan orta yaş üzerindeki bey yanımıza gelerek:

- Buyurunuz efendim, ne arzu etmiştiniz,

diyerek, nazikçe ne yemek istediğimizi soruyor.

İşte tam da bu anda, olan oluyor. Ağabeyim bana hafifçe göz kırparak:

- Beyefendi "sağlık bakanlığı müfettişi"; kendisinin size söylemek istedikleri var,

diyor.

- Buyrun efendim, emredin!

“Sağlık bakanlığı müfettişi”ni birden karşısında gören lokanta sahibinin telâşlanıp yüzünün renginin solmasından yararlanıp hemen kendimi toparlayarak rolümün gereğini yerine getiriyorum:

- Estağfurullah beyefendi. Sormak isterim, tuvalet ile mutfak arasında bir metrelik mesafe bırakarak nasıl işletme ruhsatı aldınız siz?

“Bakanlık müfettişi”nin son derece ciddi bir ifadeyle sorduğu soru, lokanta sahibini korkuttuğundan, ağzı kurumuşçasına zor konuşarak:

- Efendim, ben tadilat siparişini geçen hafta verdim zaten, bayramdan sonra geldiğinizde bitmiş olacak ve siz bu arızalı durumu asla görmeyeceksiniz...

- Peki öyleyse, anlaştık,

diyorum demesine ama sen gel bir de bana sor, anlık sahne değişimindeki rolümün zorluğunu. Makaralarımı koyvermemek için zor duruyorum.

Neyse, lokanta sahibi etrafımızda dört dönüyor, bir dediğimizi ikilettirmiyor ve biz güzelce bir karnımızı doyurmuş oluyoruz.

- Nasıl efendim, yemeklerimizi beğendiniz mi? Tatlı, kahve ya da çay başka ne ikram edebilirim sizlere?

- Çok teşekkür ediyoruz, ellerinize sağlık. Biz hesabımızı alalım lütfen, diyorum ”sağlık bakanlığı müfettişi” olarak.

- Aman efendim o nasıl söz, bu sefer bizim ikramımız olsun, diyor kibarca eğilerek.

Bu arada ağabeyim devreye giriyor:

- Lütfen beyefendi, siz hiç bunu söylememiş olun, “sayın müfettişimiz” de bu söylediğinizi hiç duymamış olsun!

Ve hesabımızı ödeyerek lokantayı terk ediyoruz. Arabamıza bininceye dek el pençe uğurlanıyoruz.

Bir anda atandığım ”sağlık bakanlığı müfettişliği” makamımdan yine bir anda azledilmiş oluyorum.

Çok kısacık süreliğine “sağlık bakanlığı müfettişi” olarak atanmamın, günümüzdeki liyakat anlayışına bakıldığında ne kadar naif bir anı olarak kaldığını düşünürken, kendimi gülümsemekten alamıyorum.

Fikret Yıldırım

Müfettiş Clouseau Jacques