AYŞE SEZGİN


PANAYIR ZAMANI

Ayşe Sezgin'in kaleminden...


Merhabalar sevgili “Yenipazarınsesi” okuyucuları. Bu ayki yazımın konusu, maalesef ülkemizde ve dünyada yaşanan Covid 19 salgını nedeniyle alınan tedbirler kapsamında gerçekleştiremediğimiz geleneksel panayırlarımız. Bu salgın olmasaydı geçtiğimiz günlerde panayırımız kurulmuş olacaktı, inşallah bir an önce sıkı tedbirlerle bu tehlikeli günleri atlatır ve sağlıklı güzel günlerde nice panayırlarda bir araya gelebiliriz.

Şöyle bir zamanda yolculuk yaptığımızda, çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın panayırları gelir aklıma. Çok klişe bir söylem olacak belki ama gerçekten böyle düşündüğüm ve hissettiğim için söylüyorum, o zamanların panayırları da bir başkaydı. Bir kere, şimdiki gibi teknoloji, iletişim, ulaşım gelişmediği için, köylülerimizin, ilçemiz halkının alışveriş ve sosyalleşme araçlarından biriydi her yıl yaz sonu, harmanlar kaldırıldığında kurulan panayırlar. Gündüz çevre köylerden gelenlerle daha bir kalabalık olur, gece tenhalaşırdı. Gece gezmek de güzel olurdu, ışıkların içinde, serinde, şıkır şıkır olurdu çarşımız, Öyle ya, koca bir yaz çalışılmış, makinelerden ziyade insan gücüyle emekler verilmiş, ürünler kaldırılmış ve harman sonuna belirlenen düğün dernek zamanları gelmiştir. E bunun için alışveriş yapmak gerekir. Kış hazırlıklarını da kapsar bu alışverişlerin bir kısmı. Koca koca kazanlar, tavalar alınır, salçalar, tarhanalar pişirmek için. Sobalar olurdu çeşit çeşit, model model, soğuk kış günlerinde üzerinde kaynayacak çaydanlıkları, içinde pişirilecek kestaneleri, kızartılacak ekmekleri bekleyen, görüntüsü ile bile insanın içini ısıtan sobalar. En eğlenceli kısmını da biz çocuklar yaşardık doğal olarak panayırların. Salıncaklar kurulurdu, atlı karıncalar, dönme dolaplar, pamuk helvacılar, dondurmacılar, oyuncakçılar, daha neler neler... Rahmetli Fethi Dülger dayının kahvesinin önünde köfte ekmekçi vardı ismini hatırlayamıyorum şu an. O amcadan köfte ekmek almak için sıraya girerdik büyüklerimiz tarafından verilen harçlıkları kaptığımızda. Köfteleri çeyrek ve yarım olarak kestiği francalı ekmeklerin içine özenle dizer, sonrasında köfteleri kızarttığı sacın içinde biriken yağa batırırdı ekmeği. En çok köftenin yağıyla ıslanan kısmını severdim. Yemek içmek deyince şunu da anlatmadan geçmeyeceğim; şu an Eskişehir’de öğretmenlik yapan kız kardeşim Emel daha küçük o zamanlar. E ben de fazla büyük değilim ama ablayım ya nihayetinde, abla olmanın sorumluluğu başka tabi. Neyse panayır yerinde gezerken, tanıdıklarla karşılaşıp sohbet muhabbet, sergilerdeki incikler boncuklar, şalvarlıklar derken bir de baktık Emel yanımızda yok. Bakındık biraz ilerilere, gerilere yok... Nasıl korktuk hepimiz. O zamanlar Yenipazar’a taşınmamıştık daha, babam öğretmenlik yapıyordu Aşağıçaylı Köyü’nde. Oradan panayıra gelmiştik. Tüm aramalarımıza rağmen Emel’i bulamayınca bir telaş sardı hepimizi. Bakarak olmadım diye ben kendimi iyice suçlu ve sorumlu hissetmeye başladım, bana bir şey diyen yok ama dokunsalar ağlayacağım hani. Babam tekrar bi dolaşıp bakayım diye gitmişti aşağı taraflara; bir de bakmış ki rahmetli -Arap Rahmi ismiyle bilinen- Rahmi Arıkan amcanın dükkanında bizim Emel oturupdururmuş. Rahmi amcanın alıverdiği elvan gazozla, üzerinde zenci kız resmi olan kakaolu gofretlerden yiyip içiyormuş iştahla. O zamanlardan iştahlıydı zaten Emel, gazozları, gofretleri görünce unutmuş tabi bizi. Biz panikten telaştan ölüverecektik, O’nun aklının işi bile değilmiş. Meğer bizi kaybedince o taraflara doğru gezinirken dükkanın önünde görmüş Rahmi amca Emel’i. Sen kimin kızısın, kimin torunusun deyince de anlatmış bizimki panayır yerinde bizden ayrılıp kaybolduğunu. Hal böyle olunca dükkanına buyur etmiş bizlere haber salıp teslim etmek üzere. Babam “gel kızım gidelim” dediğinde bile “Rahmi dede bana gazoz aldı, gofret aldı, sen de alırsan gelirim” demesin mi... Demiştim ya boğazını biraz fazlaca severdi ta o zamanlar. (Bunları okuyunca bana çok kızacak ama napayım öyle).

Rahmetli anneannemlere giderdik köyden panayıra geldiğimizde. Hiç unutmuyorum çok küçüğüm o zamanlar. Babam kardeşim Emel ile bana oyuncak naylon bebeklerden alırdı çok, bir çanta dolusu bebek kolu bacağı, gövdesi olurdu, oynarken dövüşür, kırardık çünkü. Her neyse barbi bebekler yeni çıkmış o zamanlar ve bizim evdeki o naylon bebeklere hiç benzemiyor, kutu içinde, gelinlikli, sarı saçlı, muhteşem görünüyor gözüme. Tam anneannemlerin evinden çıkınca orta kahvenin üst tarafında bir sergide satılıyor bu bebekler ve sergide bir tane kalmış. Ev kalabalık, Kızılkuyu tarafından rahmetli Akif dedemler falan da gelmiş, rahmetli Remzi dedem, anneannemler, cümbür cemaat sohbet muhabbet ediyorlar. Ben usulca yanlarına sokulup o bebeği istediğimi söyledim utana sıkıla. “Tamam, tamam” deyip muhabbete devam ettiler; annemlerin yanına gidip onlara da ayrı söyledim oradan da “tamam alırız giderken” deyip yine devam ettiler sohbete. Ben bu arada Zekiye teyzenin evinin köşesine kadar gidip bi bakıyorum bebek duruyor sergide. İçim rahatlamış bir şekilde dönüyorum eve. Birkaç kez gidip uzaktan gözetledim bebeği böylelikle. Sonrasında “hadi akşam oldu, köye dönüyoruz” deyivermesinler mi bizimkiler. E bebek ne olacak, beni sardı bir panik, bir telaş. Unuttular belli ki benim usulca dile getirdiğim mevzuyu. Niye bilmem, diyemedim de “hani bana oyuncak bebek alacaktınız” diye. Millet arabalara binerken ben bir koşu yine gittim Zekiye teyzenin evinin köşeye, baktım bebek duruyor sergide. Ve şunun için sevindim “ben alamadım ama başka çocuk da almamış, bebek yerinde duruyor”... Ne zaman o barbi bebekleri görsem, o zamanlara gider, o çocuça hevesimi, telaşımı hatırlarım. Sonradan anlattığımda kızmıştı hatta annem. “E biz onu mu tutacağız aklımızda, niye söylemedin giderken be evladım” diye. O dönemin çocukları da şimdiki gibi dediğim dedik cinsinden değildi ki, utanırdık, çekinirdik.

İbrahim Değirmenci başkanımızın döneminde, panayırlarda müzik şöleni düzenlenirdi bir de. Yerel sanatçılar, ünlü sanatçılar, müzik eğlence gırla giderdi. İlk yazımda da bahsettiğim üzere rahmetli Ergün abim çıkardı önce sazıyla. Söyler, güler, güldürürdü bizleri türküleri ve hoş sohbetiyle. Eskişehir’li sanatçımız Mithat Körler olurdu çoğunlukla, başladı mıydı “harmana sererler sarı samanı, hiç gitmiyor Emirdağ’ın dumanı...” diye coştururdu hepimizi. En sonunda da yine ulusal bir ses sanatçısı çıkardı Gülşen Kutlu, Nuraf Hafiftaş, Nur Ertürk hatırlayabildiklerim. Velhasıl güzel günlerdi, güzel zamanlardı.

İsimlerini yadettiğim, ahırete göçmüş olan tüm büyüklerimizi rahmetle anıyor, yaşayanlara uzun ömürler ve sağlıklı günler diliyorum.

Sevgilerimle...