FİKRET YILDIRIM


SEMİH

.


"Zaman, hareket halinde olan için yavaş geçer."

                         Albert Einstein

*     *     *     *     *

 

Hava iyice karardı.

O kadar uzun yol geldim.
Bu ıssızlıkta konaklayacak yer de bulunmaz şimdi. Ne yapsam, şuradaki kahvehaneye mi sorsam acaba!

-Selâmunaleyküm beyler!
-!!!

Okey masasının üzerine çökmüş sigara dumanının alacakaranlığında, gözleri masadaki taşlara odaklanmış, sıska ve soluk yüzlü, orta yaş üzeri, zamanı esir almış dört adam. Az ötede, omuzundaki havlusundan kahveci olduğu anlaşılan, eli şakağında, uyuklayan bir başka bıyıklı.

-Semih´i arıyordum ben, üniversiteden arkadaşıyım, Ankara´dan.

Kimsenin ağzını bıçak açmıyor.
"Ulan", diyorum kendi kendime, "çattık mı belâya?! ?Herifler selâmımı bile almadılar. Ne yaparım ben şimdi bu mendebur yerde tek başıma?!

-Ne yapcaksın Semih´i ki sen?

Hah, demekki konuşmasını bilen biri varmış, çok şükür.

-Uzun seneler geçti üniversiteden sonra. Geçerken birden aklıma geldi buralı olduğu. Dedim, bir görüp halini hatırını sorayım!

Poker oynar gibi bakıyorlar birbirlerinin gözlerine. Sanki birazdan idam fermanımı okuyacaklar ağır abiler.

-Aha bu Semih´in amcası, o bilir.

Bir gözümle bakışlarını, öteki gözümle ise ağzını kolluyorum, ne diyecek acaba, diye, sıska yapılı, saçları azalmış, alnının çizgileri dalga dalga olan yaşlıcasının. Hep birlikte konuşmama grevine yatmışlar belli ki!

-Biraz önce sigara alıp köye gittiydi.
-Ee, yetişemez miyim arkasından?
-Boşuna heveslenme, bulamazsın!

Şöyle adamakıllı bir söveceğim ama can tatlı. Zor tutuyorum kendimi.

-Olsun, siz bir tarif edin ben arkasından gider yetişirim. Arabam var.

-Kahveden çıkınca sol tarafa doğru gidip iki ağacın arasından sür arabanı yokuş yukarı. Yolun bittiği yerde kocaman bir kaya var. Orda oturur Semih. Şansın varsa yolda rastlarsın.

Bugüne kadar böyle bir yol tarifi hiç duymamıştım. Güneş batmak üzere denizin üzerinden. Aşağısı Göcek. Lacivert bir temmuz akşamı kaplamaktaydı gökyüzünü usul usul. Bilinmeyene gitmektense, Semih´i bulmaya değerdi. Teşekkür edip topukladım kahvehaneden, arkama bakmadan.

Zeytin ağaçlarının arasından uzanıp giden patika yolu çıkıyorum Şahin model otomobilimle. Hava da iyiden iyiye kararmakta. Farların aydınlattığı toprak yolda ağır ağır yol alıyorum ama nefesim de tam tersine, köpek soluması gibi. Az ileride bir karaltı görüyorum, sırtı bana dönük, önüm sıra, düşünceli adımlarla yürüyen. Tam yanına yaklaşınca, birden gülümseyerek bana doğru dönüyor:

-Biliyordum bugün geleceğini.

Bu sefer de, gülümseme sırası bende:

-Yahu Semih, sen misin? Nereden biliyordun bugün geleceğimi?
-İçimde bir his vardı bütün gün. Kendi kendime, bugün birileri beni ziyarete gelecek, dedim.

Hemen yanıma oturdu. Ne konuşacağımızı, ne diyeceğimizi bilemeden, geçen zamanın hiç farkına varmadan, kayanın dibine dayanmıştım. Gerçekten de yol sona ermişti. Üzerimize doğru koşuşan irili ufaklı karaltılar gördüm; kardeşleriydi. Gamzeli, mahçup kızımızın yemyeşil gözleri gülümsüyordu akşam alacasında, bir gelen yabancıya bir de önüne bakarken. Küçüğü olan oğlan kardeşi ise daha bir dik duruşlu, delikanlıydı; sevincini gizlemeye çalışan bir terbiye vardı yüzünde.

-Kardeşlerim, dedi Semih.
-İyi akşamlar gençler, diyebildim bambaşka bir zaman ve mekana geçmenin şaşkınlığı içerisinde.

Tavuklar bile sevinmişti bir otomobilin avluya gelişine, sağa sola koşuştular gıdaklayarak. Etrafta başkaca hane de görünmüyordu.

Kasketli, tertemiz yüzlü, badem bıyıklı, zinde yapılı baba:

-Hoşgediniz, diye selâmladı.
-Hoşbulduk, bey amca. Nasılsınız?
-Eyiyiz oğlum, sizlee nassınız?
-Yıllar oldu Semih´le görüşmedik. Geçiyordum, bir göreyim, dedim.
-Eyi ettiniz. Buyrun bakam şordan!

Başlarımızı eğerek geçtiğimiz bir kapıdan girdik, yapıldığı malzemeyi göremediğim köy evine. Girer girmez holündeydik yapının. İncik üstü oturduk yer minderlerine. Hoş beş ettikten sonra akşam yemeği için yer sofrası kuruldu. Beyaz üzerine siyah geyik işlemeli sofra bezine kocaman bir sini yerleştirildi hamarat kızımızca.

-Hadi buyrun bakam, Allah ne vediyse!

Utandım. Habersizce küçük bir köy hanesine misafir olmakla ayıp etmiştim. Neleri varsa sundular sofrada. Az konuşup az yedik.

"Şimdi haberler!"

Baba, transistörlü radyoyu açmıştı "akşam ajanslarını" dinlemek için. Dinledik ve kapattı. Birer bardak çay ikram edildi. Bir tane daha içer misin, diye sorulmadı! Kimbilir belki de yoktu çayları.

-Ne yapıyorsun, saz çalıyor musun halâ? Bak bir şuna, telleri de eksik ama, idare eder.

Aklıma gelen türkülerden çaldım, söylemeden. Çocukların gözlerini fark ettim, ben çalarken; faltaşı gibi açık, büyülenmişçesine bakıyorlardı. Göz göze gelince utandılar.

Dolunay çıkmıştı.

-Bütün burla bizimdir. İrahmetli bubam harp zamanı aha buray çıkmış, bir daha da inmemiş. Ben de inmedim, galdım burlada.

Arkamda göğe değen dağlar ve yanıbaşımızda heybetli kayalar, aşağıda ise Fethiye sahilinin geceye şarkı söyleyen ışıkları ve ağustos böceği korosu.

Uzun süre uyku tutmadı.

Horoz sesine uyanmışım.

Kahvaltıda fark edebildim, gündüz gözüyle; Semih´in çorapları farklı renklerdeydi. Liseyi yatılı okurken fişlendiğinden, veteriner fakültesini bitirdiğinde karşısına çıkmıştı "sakıncalı" vatandaş dosyası. Tayin bekliyordu uzun süredir, umudu tükenmek üzereydi.

Gözlerimizi saklayarak vedalaştık.

Sonradan duydum ki, devlet memurluğuna kabul edilmişti, kartal gibi zeybek oynayan, her zaman güleç, kahve gözlü Semih.

 Fikret Yıldırım