EROL ERKEN


ŞOFÖR MİLLETİ

"Büyük yazı, büyük şehir"


" Büyük yazı, büyük şehir "

Az gittik, uz gittik, ( yol olmadığı için ) dere, tepe düz gittik. Belediyelerin ehliyet verdiği zamanlardan , trafik şubesine, oradan sürücü kurslarına kadar uzunca bir yol katettik. Üç guruba ayrılan, amatör, profesyonel, ağır vasıta ehliyetlerinden , alfabedeki A,B,C....harflerinin sayısı kadar sürücü belgelerine seyahat ettik. Bir de arkamıza baktık ki bir arpa boyu yol gitmişiz.

Öğretmen İsmail İyidost köye gidip geldiği bisikletini namaza giderken bizim dükkanın önüne bırakmıştı bir ikindi sonrası. Ben küçüğüm ve de bisiklete binmeyi bilmiyorum o zaman. Fırsattan istifade aldım bisikleti çıkardım caminin yanına çeşmelere doğru Arnavut kaldırımı ve de iniş aşağı. Tek pedala bastım, didonu kavradım yokuş aşağı saldım bisikleti. Saldım da yolun yarısında zabıta Şaban Çavuş yakaladı paçamdan;

- Hele bak şu velede, hele bakın şu velede dedi haşin bir sesle. Hem plakası yok bisikletin, hem de çocuktur ehliyeti yok bunun.

Bizim zabıtadan korkumuz o zamandan kalmıştır. Bereket dükkan komşuları başta ağabeyim geldiler de zor bela kurtardılar beni Şaban Çavuş´un elinden. Cezayı yemekten bisikleti kaptırmaktan kurtardılar.

Tarihçi yazarlarımız Osmanlıdan günümüze motorlu araçların macerasını yazarken Sultan II. Abdülhamid Hanın getirilen otomobili istemeyip;

- Bizim paytonlarımızın, yaylı arabalarımızın suyu mu çıktı? Bu gavur icadı arabayı alıp arabacı esnafını işsiz mi bırakalım, dediğini kaydediyorlar.

Matbaanın iki yüz sene geç gelmesinin sorumluğunu hattatlara, motorlu vasıtanın geç gelme sorumluğunu da arabacı esnafına yüklediğimizden ister istemez Sakarya Köprüsü yapılmadan önceki Seyr-ü seferi anlatacağız.


Sakarya nehrimiz ötelerini pek bilmesek de buralarda geçit vermez ulu bir nehirdir. Nereden mi belli derseniz Bilecik´i yerle bir eden yakıp yıkan Yunan ordusu Sakarya´yı geçememiş her gittiği yerde bin bir mezalim ve vahşetle yerli halkı da öldürürken bizim Gölpazarı´mız Sakarya sayesinde bu kötülükten azade kalmıştır.

Nehir üstündeki köprünün yapım tarihini çok sordum, çok araştırdım da kesin bir tarih bulamadım. 1930 ile 1940 arasındaki otuz diyenler var otuz sekiz senesi diyenler var ama kesin kez şu tarihtir diyen yok. Alamanların yaptığı herkesin bildiği bir şey. Her geliş gidişte arabanın radyosu tam köprüye girdiğinde susunca ihtiyarlar;

- Bu Alamanın yaptığı işe prava ki prava. Her yerde gürül gürül çalan radyo tam buraya gelince neden susuyor şakkadak. De bakalım okumuş da çok bildiğini sanan akıllım. Bilemedin değil mi? Biz seferberlikte ihtiyat askerliğine çağırıldığımızdan ve de bu Alaman gavurunun harp hilelerini yüksek kumandanlarımızdan pek çok dinlediğimizden biliriz.

Düşman, tayyarelerini salıp bir memleketi bombalamayı kafaya koydu mu ilk peşin ikmal yollarını kesecek. Kesecek ki orduyu irtibatsız bırakacak. İşte köprülerde bunların birincisi. Düşman tayyaresi bu bizim Sakarya Köprüsü üstüne geldi mi bir sevinir, bir sevinir ki ağzı kulaklarını bile geçesi olur. bomba kapaklarını açar, üç bombayı peş peşe salar da iki üç tur atıp nasıl yerle bir olduğunu seyreder.

Lakin boşunadır zevklenmesi. Köprünün üstündeki bu demir çaprazı var ya demir yığını değildir aslında. Bombayı iticidir ve de başka yöne sevk edicidir. Gülersin değil mi köftehor. Haberi benden aldığını ilet ki aklı da benden aldığını bilsinler.

Bizim kasabadan çıkıp istasyona ulaşan yolumuzun adı Vezirhan Şosesiydi. Şimdi bu ?şose? sözcüğünü lugatlarda arasanız bulamayacaksınız. Altı lira yol parasını vermeyip sekiz gün taş kırıp çalışan insanların yaptığı bir yoldur bu. Devletimiz savaştan çıkmış. Ahali su ister, yol ister ister de devletin kolu uzundur lafı yalnız tavşan hikayelerinde anlatılır olmuş.


Devlet babamız ne yapsın. Yol vergisi salayım bari demiş. Her hane sahibi altı lira versin vermeyenler de sekiz gün çalışsın, bir yerden bir yere kolay ulaşsın demiş benim milletim. Millet de almış eline kazmayı, küreği, balyozu bir güzel sallamış kayaya, un ufak edip yapmış Vezirhan Şosemizi. Lafı çok döndürdük bir türlü gelemedik arabacı esnafına.

Yaylı araba işletmeciliği şimdinin minibüs seferlerine benziyor. Vezirhan´a seferleri var. Kuruluyorsun televizyonda seyrettiğimiz Teksas misali posta arabalarına. Öküz arabasının yavaşlığı yok, sarsıntısı yok, bu günün uçak misali. Göz açıp kapayıncaya, iki cigara içimi, geliyorsun Sakarya´nın kıyısına. Yeniceli Ali Dayı hazır beklemekte salıyla. Sal dediğimiz bir alamet ?

Atı, eşeği, yaylı arabayı cümle bekleyen ahaliyi doldur üstüne götüremem demez. Ali Dayı´nın sırığına emanet cümlesi. Akıntıyı iyi ayarlamayı, derinliğine göre sırık kullanmayı pek iyi bildiğinden şimdiki gibi bildiğin bütün duaları okumak yok. Sağ-esen karşı yakaya indiğinde sal parası ödediğinde duası Ali Dayı´dan.

Trene mutlak yetiştirecek araba sürücüsü. Serkisof saati sık sık çıkarıp baktığına kulak asma. Alışkanlıktan ve de biraz da caka satmaktan saati çıkarıp bakması.


Kazım Ağa´yı, Kahveci Asaf´ın babası Amir Ağa´yı pek hünerli anlatıyor eskiler. Canını, malını emanet ediyorsun da gözün arkada kalmıyor diye. Kaç saat sürüyor bu yirmi sekiz kilometre derseniz;

?Adamın biri falanca köye gidiyormuş. İlk gidişi. Yolun bir yerinde ileride çift süren bir köylü görmüş.

- Kolay gelsin kardaşlık, demiş. Falanca köye kaç saatte giderim.

Köylü de ses seda yok. Elinde övendire, işine bakıyor. Üç defa tekrarlamış aynı sözü adamcağız yine de cevap alamayınca:

 - Bir aksi adam herhal, diye söylenmiş kendi kendine. Biz varalım yolumuza devam edelim.

 On , onbeş adım atmış atmamış arkada kalan köylü seslenmiş;

 - Üç çeyrekte gidersin hemşerim.

-

Adam şaşmış, üç defa yinelediği sözüne cevap vermeyen adamın arkasından seslenmesine.

- Yahu kardaşlık demiş. Üç defa sordum söylemedin de arkamdan seslenişinin cevabı ne olsa gerek?

 - Ben, yürüyüşünü görmediğim adamın gideceği yere ne zaman varacağını nerden bileyim, demiş. Şimdi gördüm yürüyüşünü. Sen bu adım atmanla tam üç çeyrek saat sonra köydesin hiç tasa çekme.?

 Bizde, atını methet demişler. Yaylı arabanın atını methet ki serkisof saate hacet kalmaksızın tren sarmaşıktan düdük çaldığında istasyonun önünde yükleri indirelim.

 Kırklı yıllarda, İkinci Cihan Harbi´nin başlangıcında başlıyor bizim motorlu vasıta hikayemiz. Hafız Ali Bey´in arabasından, Söğütçüklü Adil Beyden, Hacı Osmanların Amir´den, Koca Mehmet´ten başlıyor.

 Söğütçüklü Ömer Efendinin Adil Bey sekiz on kişilik bir Opel marka kaptı-kaçtı almış da, 1 Eylül 1939´da tam panayır günü devletimiz ihtiyat askerini silah altına çağırdığında hükümetimiz ?Bize sizden daha çok gerektir? diye otuz yedi model Opel´i de askere çağırmıştı. Bu seferberlik hikayesi eski seferberlik hikayelerinin acıklı olanına denk gelmese de terazide yine de çok ağdırmaz. Eski seferberlikte atıyla askere alınmak varmış. Yenisinde at yerine araba konmuş ihtiyat askerliğine.

  

Daha eskileri sayamasak da isterseniz Yeniköylü Süleyman Işık´tan başlayalım söze.

 Askeriye Şoförlerinden Süleyman Işık 1944 yıllarında teskere alıp kasabaya dönüşünde Şavrole (Cheverolet) arabaya heves ediyor, alıyor da. Kaç liraya derseniz orası bize karanlık. Bursa´ya gidiliyor, kasacılar dolaşılıyor, milli bir kasaya karar kılınıp bakanın gözü kalası milli kasa yaptırılıyor.


Bu ?milli kasa? lafını pek merak ettim, sordum soruşturdum. Hani bizler okulda yerli malı haftası yapardık. Herkes evinden elma, armut, iğde gibi meyveleri getirir dizerdi sıraların üzerine. Öğretmen yerli malının ehemmiyeti hakkında güzel bir nutuk irad ettikten sonra soymadan, yıkamadan meyveler yenir, sanayimizin kalkınması için içimizden dua ederdik.

 Bu ?milli? sözü de yerlinin değişik bir versiyonu olsa gerektir. Biraz önce kaptı-kaçtı diye bir söz ettik ya bu tür arabalarda sekiz on kişilik olsa gerek. Çok yolcu beklemeden, hemen binilip gidildiğinden Anadolu insanı bu adı yakıştırmış besbelli.

 Milli kasanın önü otobüste arkası kamyon. Hem yolcu hem yük taşıyacak. Önce pancar çekilmeden başlanıyor. Vezirhan kantarına gidilip tartılacak, sonra yanaşan tren vagonlarına boşaltılacak insan gücüyle. Ve de herkesin beşli yabayla yükleyip boşalttığı devirde bir Ali çıkacak İsmetpaşa mahallesinden. Aynı işi yedili yabayla yaptığından adı ?Yedili Ali?ye çıkacak.

 Reis Hüseyin pancar çekerken öğrendim araba sürmeyi diye anlatmıştı. Tarladaki öbekten öbeğe arabayı çekmek gerekince bana verdiler, sürdüm arabayı, kolaymış dedim ve böyle şoför oldum demişti. Reisliği, 1957´de belediye başkanı olmasından.

 Hüseyin Ergün 1920 , eski takvimle 1336´lı. Selanik´ten göç ettiğinde dört yaşında. Reşadiye mahallesindeki papaz evine iskan ediyorlar aileyi. Ahşap işlemenin güzelliğiyle dolu, hele tavandaki işlemeleri anlatmaya doyamadığı bir ev bu papaz evi. Yeniköydeki büyük çınarın tam karşısına denk gelen yer. Sonraları yıkılacak da yanı başına yeni bir ev yapılacak.

 Şimdi belediye fırınının olduğu, parkın karşısında belediye otobüsünün garajı var. Otobüsün şoförü Bilecikli Parlak Mehmet. Dallar´ın damadı. Dallar, memleketin gariban takımından Kadir ayakkabı boyacılığı yapmakta. Mehmet, Çakır Dayı´dan icazet alıp Ramazan davulculuğuna soyunmuş. Müküş süslenip gezen sonraları külhanbeyliğiyle İstanbul´da racon kesmiş esmer, yakışıklı bir adam. Dal Emine o zamanlar çok yadırganan kadınların sigara içme temsilcisi. Erkek gibi konuşup erkek gibi söven dul bir kadıncağız.

 1947 yılında alıyor ilk arabayı Reis Hüseyin. Markası Bedford. Düz bir şase, şoför mahalli yok da önüne rüzgarı kessin diye düz bir cam konmuş. Direksiyon önünde şoför oturağı bile olmayan garip bir araba. Eskişehir´den alınıyor, uygun bir sandık bulunup direksiyon önüne konuyor da şoför oturup Bursa´ya kasa yapmaya götürsün diye. On yedi kişilik. Geldiğinde Gölpazarlının seyre çıkıp parmak ısırdığı, Allah kazadan beladan korusun diye dualandığı bir alamet.

 Gölpazarı Vezirhan seferleri böylece devam edip giderken olmayan köy yolları düşünülüp cipler, pikaplar alınmaya başlanmış ve de Kazım Ağa, Karaçoban, Sütçüler, Jet Mehmet, Süleyman Erhun ve bir çokları hatta bizim ailemizde bu taşıt kervanına dahil olmuşlar.

 Ehliyet Bilecik Belediyesinden alınacak. İmtihan heyetinin en meşhuru da Işık Mehmet. Şoförü gözünden tanıyor. İmtihana gerek bile yok. Arabanın plakası bizim belediyemizin malı. Şimdilerde Hindistan arabalarını seyredin de salkım saçak arabanın üstünde seyahat eden insanları görün ve de anlayın Türkiyemiz ne çok yol kat etmiş.

 Şoförlüğün yolu muavinlikten geçecek. Hafızın hoca önünde rahleye çöküp ilim öğrendiği gibi usta çırak ilişkisinden öğrenilecek şoförlüğün alfabesi. Arkada, kapının yanında duran muavinin gözü iç dikiz aynasında olacak. Şoför gözünü kaldırıp iç dikiz aynasına baktı mı muavin koşup varacak ustasının yanına. Diz çöküp ne dediğini anlayacak. Ayakta durmak yok, ön kısımda müşterinin görüş açısını kapatmak büyük saygısızlık olacağından. Cigara tümden serbest yolcu kardeşlerimize. Hatta ateşi olmayanlara da muavin çakmağı hediyesi müessesenin. Nedeni, cigarasız yolculuğun tadı mı olurmuş cümlesinden. Göl ovasının, Karaağaç ovasının, Dikenli Boğazın güzelliği cigarasız tad vermediğinden dolayı bu cigara serbestisi. Yükler pek muhkem bağlanacak bagaja. İplerin sıkılığı üç defa kontrol edilecek ki geri dönüp bizim yük nerede düştü diye bakılmaya. Diyoruz ya muavinlik dediğin sorumluluğu pek çok bir meslektir ki seçilirken pek ziyade endelenmesi bu yüzden olsa gerektir. Jet Mehmet´e muavin pek dayanmazdı. Sık sık değişen muavinlerin ne olduğu sorulduğunda;

 - İşe yarar adam olsa kendi işinde çalışır, derdi. Adamın işe yaramazı bize muavin durur, sık sık değişmesi de bu sebeptendir.

 Şimdi üç gün araba süren başımıza şoför kesiliyor da ?Ehliyeti manavdan mı aldın?? muhabbeti sık sık soruluyor yanlış sollamalarda.


Ben arabanın arkasından tanırım Gölpazarı şoförünü demişti Bileciklinin biri. Nedenini sorarsan tam yolun ortasından gider, dikiz aynasına hiç iltifat etmez, on beş korna çalmadan uyanıp yolun sağına geçmez de ondan. Sizin Gölpazarınızın yolları tenha olduğundan arkasında araba olacağını düşünmez ve de ortalar yolu öyle gider.

 Bir ara orta okul mezunu olmayanlar ehliyet alamayacak söylentisi çıkmıştı da sürücü kurslarının önü ana baba gününe dönmüştü. Eskinin şoföründe diploma aranmayıp okur yazar olması yeterlidir hususu arandığından ,ve de bu husus her şoförde aranmadığından bizim meşhur şoförlerimizden biri de ehliyetini almış, besmele ile koymuş iç cebine.

 Çalışma karnesi mecburiyeti olduğu bir devir. Gölpazarından çıkış tarihini ve saatini yazacaksın önce. Bilecikte mola verdiysen yahut canın çekti de bir su başında durup biraz serinleyeyim dediysen o bile yazılacak.

 Durduruyor polisimiz İzmir´e doğru yola çıkmış Bursa´dan geçerken. Ehliyet, ruhsat, çalışma karnesi nakaratıyla belgeler isteniyor. Hepsi bir tamamdır bizim şoförümüzde ve de güneşlik siperinin altındadır tamamı. Kontrolde çalışma karnesi yazılmamış çıkıyor. Polisimizin pek sevinçli, ikinci çocuğunun doğduğunun kırkıncı günü olduğundan cezayı yazmak istemiyor.

 - Çalışma karnesini doldurmamışsın şoför efendi, diyesi. Doldur o güzel yazınla ki sana ceza yazmayalım bu mutlu günümüzde.

- Yazmam diye cevaplıyor bizim meşhur şoförümüz.

- Cezayı pek canın çekiyor galiba. Gel doldur şu çalışma karnesini de gölge düşmesin bu mutlu günümüze.

- İş inada bindi yazmam diye ağzımızdan çıktı bir kere memur beyim. Biz lafı ikiletmeyen ve de söylediğimizi yutmayan takımı olduğumuzdan sana zahmet yazıver cezamızı.

-

Bu hikayenin ötesi ?Büyük yazı, büyük şehir?dir. Yol biraz daha ilerleyip iki yol ayrımına gelindiğinde yükünü götürdüğü adam;

 - Şoför efendi yanlış yola girdik galiba, demiş. İzmir yolu bu olmasa gerektir. Mudanya sözcüğündeki harf sayısı yedi olduğundan ve İzmir kelimesindeki beş harften uzun olduğundan bizim şoförümüzün cevabı önceden hazırlanmıştır. Sen rahatına bak hemşerim. Doğru yoldayız. Tabelaya baksana !...

 ?Büyük yazı, büyük şehir?

/resimler/2018-9/30/0100299594053.jpg

Ergün Özmen
30.09.2018 01:23:10
Yine harika bir yazı... Yüreğinize sağlık Erol Bey, teşekkür ederiz...