FİKRET YILDIRIM


VEDALAŞAMADAN

.


“Alo, Hilmiye Hanım, bugün nasıl keyfiniz, sağlığınız? Biraz iyicesinizdir umarım!”

“Çok teşekkür ediyorum Fuat Bey, ne yazık ki, hiç iyi değilim. Her gün daha da kötülüyorum. Biliyorsunuz boyuna serumla besleniyorum. Ama artık dayanamayacağım. Affedersiniz, hiç bir şeyi tutamıyorum artık...”

Ömrünü geçirmişti Almanya’da. İlk gidenlerdendi. Her şey daha güzel olacaktı. Çokça çalışıp işten, az yiyip dişten arttıracaklardı. Sonra da memlekete dönüp deniz kıyısında bir kasabada güzel bir ev yaptıracaklardı kendilerine. Yaşamlarının son zamanlarını da rahat içinde geçireceklerdi.

“Hilmiye Hanım, peki bugün?”

“Hiç sormayın Fuat Bey, hiç sormayın!...”

Eşi çocuk doktoruydu. Kendisiyse sosyal danışmanlık yapıyordu. Zamanla bir de kızları olmuştu. En iyi şekilde yetiştirmek için bütün olanaklarını kullanmışlardı. İlk zamanlar çok çile çekmişlerdi ama iyi de kazanmışlardı.

“Hilmiye Hanım!...”

“Fuat Bey, bugün azıcık iyi hissediyorum ama, ...”

Yaklaşık otuz yıl kadar uzunca bir zaman diliminden sonra dönmüşlerdi İstanbul’a. Sahil kasabası düşlerini gerçekleştirememişlerdi. Eşiyle birlikte emekliydiler artık. Kızları da diş hekimi çıkmış, New York’a gidip Manhattan’da muayenehane açmıştı. Evlenip bir de çocuğu olmuştu.

“Hilmiye Hanım, alo!...”

“Teşekkür ediyorum Fuat Bey, konuşacak bile gücüm yok bugün...”

Hiç beklenmedik bir anda kalp krizinden ölüvermişti eşi Hayati Bey. Çaresiz toprağa verip dönmüştü kocaman, dayalı döşeli evlerine. Yapayalnızdı şimdi. Pek kimi kimsesi de yoktu. Kızları da cenazeye gelip, babacığını toprağa verdikten sonra kendi hayatına geri dönmüştü. Ne yapabilirdi ki! “Annecim, benimle gel” dese de kızı, “yok kızım benim, ben bu yaştan sonra ne yaparım Amerikalarda” diyerek uğurlamıştı bu dünyadaki biricik varlığını.

“Hilmiye Hanım?... Bugün?...”

“Hiç iyi değilim Fuat Bey, hiç!...”

Bir süre sonra dayanılmaz ağrılarla uyanmaya başladı yapayalnız Hilmiye Hanım. Önceleri özel doktorlar, bakıcılar gelip gittiler eve ama bir türlü iyileşemiyordu. Sonra, pek memnun da kalmıyordu aldığı hizmetten. “En iyisi ben, bildiğim ve ömrümü geçirdiğim Düsseldorf’taki kasabama döneyim” diyerek, pılıyı pırtıyı toplayıp terk etti, eşini alıp da kendisini yapayalnız bırakan İstanbul’u.

“Hilmiye Hanım!...”

“Fu...at.. Bey...”

Tam donanımlı bir hastaneye yatırılmıştı. Hastane görevlileri başında dört dönüyorlardı ama nafile. Acılarını bir türlü dindiremiyorlardı. Hastalığı çok ama çok ilerlemişti. Fuat Bey’le yaptığı telefon konuşmalarındaysa bilinci dipdiriydi. Bütün olacaklara hazır bir tavır gösteriyordu.

“Hilmiye Hanım, bugün nasılsınız peki?...”

Fuat Bey de artık ne diyeceğini, nasıl soru soracağını bilemez olmuştu. “Alo” diye seslendikten sonra, kendi nefesini de tutarak Hilmiye Hanım’ın ağzından zorla çıkan sözcükleri ve bazen de hırıltıları anlamaya çalışıyordu.

“F...u...a...t B......e...........y...”

“Hilmiye Hanım, alo, Hilmiye Hanım, orada mısınız? Lütfen ses verin! Orada mısınız?...”

Hilmiye Hanım ne bir ses vermişti, ne de nefesi duyuluyordu telefonun ahizesinden. Fuat Bey bir kaç kez daha seslendi ama boşunaydı.

Bilemediği bir zaman daha telefon kulağında bekledi Fuat Bey, belki biri duyar da bir şeyler söyler diye. Çaresiz kapattı telefonunu. Başka hiç kimseden bilgi alacak durumda değildi. Kime soracağı da gelmiyordu aklına. Manhattan’daki kızının telefonu filan da yoktu.

Ne yapacağını bilemeden geçip gitti o gün.

Ertesi gün olduğunda, İstanbul’daki ortak bir arkadaşları aramıştı Fuat Bey’i.

Pankreas kanseri, tüm organlarını paramparça edip götürmüştü Hilmiye Hanım’ı. Telefonda konuşurken son uykusuna dalmıştı.

Fuat Bey’in asla unutamayacağı bir ölümdü bu; telefonun karşısındaki kişi, konuşurken susmuş ve yaşama veda etmişti.

Helâlleşip "Allahaısmarladık" bile diyemeden.

Ve hayat, her şeye rağmen akıp gidiyordu, bildiği yönde.

Fikret Yıldırım

Foto | Fikret Yıldırım