FİKRET YILDIRIM


ZAMAN SENSİN

.


Her birimiz kendi zamanımıza bağımlıyız.

Öykülerimiz, doğduğumuz ya da daha doğrusu ana rahmine düştüğümüz yer ve anda başlayıp doğal ya da çeşitli nedenlerle son nefesimizi verdiğimiz yer ve anda sona ermektedir.

Ben doğarken sen ölmüşsündür, sen doğmaktayken ben ölmekteyimdir. 

Ben kendi başlangıç anıma bağımlı olarak varlığımı sürdürebilirim; sen de öyle.

Benim varlığım önceden belirlenmiş zamanımla sınırlıdır. Ben zamanımın bana sunduğu olanaklar çerçevesinde bireysel öykümü yazar bu evrende toz olur giderim; sen de öyle.

Öyleyse “ben zamanın bir parçasıyım hatta zamanın kendisiyim” dediğimde pek de yanlış bir şey dememiş olurum; sen de öyle.

Beni var eden de yok eden de zamandır öyleyse; seni de öyle.

Yine öyleyse, ben sınırlı ve sonluyumdur; sen de öyle.

Peki zaman dediğimiz bu derece değişmez/değiştirilemez bir mutlaklık ise mekânı var oluşumuzun neresine koyacağız?

Mekân dediğimiz de, hani şu üzerinde gelip gelip gittiğimiz ve 14 milyar kilometre uzaklıktan ancak dev teleskoplarla görünebilen minicik göksel bir noktaysa mekâna da sınırlı demek zorunda olmayacak mıyız?

Bu durumda “ne doğuyoruz ne de ölüyoruz” dediğimizde doğru söylemiş olmuyor muyuz?

Sperma-yumurta buluşmasıyla başlatılan zamanlarımız, öyle ya da böyle, er ya da geç ölmeyle sonuçlanıyorsa, varoluş bilincimiz “şimdide” ve “burada” olmakla kesinkes belirlenmiştir.

Sen bunları okuyabiliyorsan eğer sen okuduğun anda varsındır, bense çoktan yok olmuş olabilirim. Sen bunu yaparken çok uzaklarda olabilirsin ama zamanın kendine aittir ya da sen kendi zamanına aitsindir.

Zamanlarımız ve mekânlarımız kesişebilir ama en sonunda sen kendi zamanında ben de kendi zamanımda yok oluruz. Bu her iki öykü de dünya dediğimiz bu minik zerrecik üzerinde ve içinde olup biter.

Hepimiz aynı anda olabilseydik bu erişilemez anı anlatabilecek bir dil yaratabilir miydik?

Zaman sensin, sen zamansındır; ötesi hiçtir.

Fikret Yıldırım

Foto | Akşamın Olduğu Yerde